29 Ağustos 2016 Pazartesi

aramak

Seninle kurulu bir saat gibi hep aynı trenin hep aynı vagonuna binmek istiyordum. Hastanelerden ve okullardan çıkıp sana gelmeyi, seni beklemeyi istiyordum. Tıpkı durmakta olan bir aracın az aralık penceresinden içeriye serin bir esinti girsin diye harekete geçmesini bekler gibi. Bu hisler içinde bir fabrikanın sıcaklık koruyan çatısının altında, çalışan makinaların gürültüsüyle ritim tutan bir sen düşlüyorum.

Hiç susmuyor makinalar, burada bulunmayışının hayalinin masaya vurarak çıkardığı sesler, başımın içindeki fili sakinleştirebilirdi. Bu düşüncenin ferahlığıyla telefonuna aramalar yapıyorum. Sesin, bana ilk kez bahar güneşinin tadına bakıyor hissi vermekten geri kalmıyor. Umduğumu buluyorum. Kimi zaman sert ama tadı güzel, terletmeden hayata bağlıyorsun.

Bu filin akrobatik hareketleri beni bir kuş peşine düşürür. Ajandalar dolusu onu ararım. Bugün de dünya kuş kovalama günü değilmiş. Duyunca sandalyemle birlikte sürünerek 25 iş gününü avlamaya çıktım. Yeni bir şey üretebilmek için bu toz ve yağ içindeki gürültülü metalleri dinliyorum. Sessiz ve ışıksız bir yer mi bu kuş benim için?

Metin Altıok'un mektuplarını okuduğum zamanı düşünüyorum. Onun Bingöl'deki yalnız kışlarını, gürültüler arasında ben yaşıyorum şimdi. Onun gibi kızıma değil de sana yazmaktayım bu arayış pazartesinde. Çünkü hala gülüşünden yara bantları düşen tek kadın sensin hayatımda.

beklemeye davet

Defterim bütün zararları tanıdı artık. Çok yara aldı. Çok sigara sönme hissi tattı derisinde. Kalanı da ben söktüm. Sökmesem kurtaramayacaktım.

Vapurlara binmiyoruz artık yazmak için, deniz görmeye ihtiyacımız yok. Daha derine yüzmeye ya da. Sembolleştirilmiş kesik bir ağaç dalı, eski bir radyo ve cam yerine aynalı bir pencere. İlk defa gerçekten izleyebiliyorum burayı. Daha önceleri göremediğim ne çok şey varmış. Sadece ağustos böceklerini ve müziğin mekanik sesini, ara sıra kornaları, ambulansları duyuyormuşum. Duvardaki daha küçük boşluklara bakmayı unutmuşum kapıları izlemekten. Cam bir küllüğün hangi şekilleri alabileceğini şimdi farkediyorum, bir de yalnız kalabilmenin ne kadar değerli olduğunu.

Beni çok yalnız bıraktılar, kayıtsız kalamayışım, içinde seslerin bozulmasını duyuşum, benden bir adım uzaklaşmanın bana bu kadar dokunması bundan. Anlık dokunuşlar belki ama ah kaçmıyor olsan. Bir avuç su gibi belki, ellerimin arasında yüzüme o kadar yakın. Geldiğini duyabilmek istemiyorum ben. Hep sessiz adımlarla paldır küldür girişler yapsan da her defasında beklenmedik olsun istiyorum sana ilk bakışım.

Kendime kapanamıyorum. Ağırım gövdem su kaçırıyor. Gel, çek sandalyeni. Konuş benimle, duyacağım. Anlayacağım. Gölgen çökecek üstüme kaç kilometre uzakta olursan duyacağım. Söz anlayacağım oralardan seni.

Burada dinlenirken kuru bir ses veya mavi şeyler beklemiyorum. Sadece bazı şarkıları çok sevmeyi ve birileri için biri olan birini. Beklemekten söz ettikçe en sevdiğim filmin kapanış sahnesini görüyorum. Çıkıp da birilerini aramayı nasıl beklemiştim ama. Kimse yoktu o zamanlar sen bilmiyorsun. Sanki hep birileri var herkesin hayatında. Oysa kimsesiz kalmalarımızı kimse bilmiyor. Beklerken neler duyduğumuzu. Bu silgiler her şeyi hatırlıyor mudur sildiği? İnsanlar sildiği şeyleri nasıl hatırlar di mi?

Hava kahve içmek için çok sıcak. Sen de öylesin, üzülmek için. Ben üşümeden geçirdiğim kışları düşünüyorum, kahve içmek için çok soğuk olan mutfakları. Bu beklemenin davet adında anlatıldığı, bir çay tabağının bulaşık makinesine atılana kadar yaşayacağı şeylerin bir başlangıcı.

28 Ağustos 2016 Pazar

kaya

kalabalık hayatlardan geçtin fakat
bir kayadan farksızım ben
gündüzleri bazı insanlar ziyaretime geliyor
geceleri sadece benim.
evet bir zamanlar kalabalıktım.
evet başka anlamlarla kalabalığım hala.
kendinizi bendeki izlerle yorumlayabilirsiniz
o kadar ayak izi var ki üzerimde.

iki galaksi gibi birbirimize yaklaşırken
ilk çarpışmada
merkezimde bir çentik beklemezdim.
galaksiler çok kalabalıktır, bilirsin di mi?
ben
bu kalabalıklardan birinden 
senin dünyana düşmüş bir gök taşıyım
senden bakınca sadece basit bir kaya.

21 Ağustos 2016 Pazar

Bahçe

Belki sen gelirsin diye
Kalkamadığım masalara karbon tozu bırakıyorum
Telefonum kapansın, hatta kalmayayım
Aramasın bankalardan asgari ücretli kimseler
Aramasın arkadaşlıklar da
En çok da geç kaldıklarım.
Sadece sen ve sadece gelirken ara.

Balkonlarda biberler kurutulurken
Sessiz sedasız sofralar kurulsun.
Sonra sen ben duymadan yürür
Beni aramadan gelirsin.
Duvarlarımı beyaza boyarsın
Sandalyeler ben olurum.
Bir gün sen gelirsin diye bir bahçe yazsam
Anca bu kadar olurdu.

Bir buzun bardağımda can çekişini izlerken
Dizime bir kalem saplarım ben
Lazım oluyor yanında
Sonra güzel sesli birini alırım omzuma,
Sana şarkılar söyler.
Dokuz incir toplarım sana içimden,
Kalanı sen gelirsin diye dallarda bırakırım.

Çift başlı bir güvercin duyar beni bahçeden
Yolumu uzatır, yüzüne gelirim.
Bütün turunculara kırmızı yazar
Bütün betonlara toprak döker
İçimden seni severim.
Bir gün sen geleceksin ya aramadan,
Turuncular kırmızıya, betonlar toprağa dönecek.
Her şey geldiği yere, ben gibi
Bir gün, artık sen gibi.

çekmece

çekmecelerin de hafızası vardır
sesimin, cümlelerimin sendeki yankılarını tutarlar
altı çekmeceli başımın üstünde yerin.
dün sabah ciğerlerimin tozunu yağmur aldı,
bu gece sen üfledin çekmecelerde kalan her şeye.
dökülen kül iz bırakmasın diye üfler gibi.

üzerine güneş kursunun gölgesi düşmüş
bu oda, eski anadoludan beri karanlığa bakıyor.
incir ağaçları fışkırsa yerden,
batsa bütün imparatorluklar.
dalına salıncak olsam ya,
dalında sallancak.
dallancak. dalıncak.
"olduran yıkan yeniden yapan gözlerini seviyorum kaç kişi"

18 Ağustos 2016 Perşembe

kuruyana

fazladan bir adım atmadığım için
sonrasını hiç öğrenemediğim günlerin
acısını çıkaracağım burada.
koltuğunda, kucağında,
resimli kitaplarının durduğu bazanın altında.
yani elinin değdiği her şeyin
bir zamanlar bulunduğu her yerde.

sıfır gibi hissediyorum kendimi.
diyorum ki
tam ortasında, bütün doğruların,
ısırgan kırmızı renklerin,
başka adamların dizelerinin,
o dizelerde anlatılan kadınların dizlerinin,
incecik mektup kağıtlarındaki kat izlerinin,
tren vagonlarının ve traverslerin.

seni,
şehirdeki bütün karayollarının
ağırlık merkezine götürmek istiyorum.
diyorum ki
bitmiş bulmacaların,
daha büyük saksıya alınmış çiçek topraklarının,
eski kiralık evin kapı gıcırtılarının,
aynalarda unuttuğun bütün yansımalarının,
elini attığında kopan bütün saçlarının ve haklılıklarının.

tut elimden,
bir daha düşmeyeceksin.
tut elimden,
fazladan bütün adımlarımı bitirene kadar.
yanına devrilene kadar.

4 Ağustos 2016 Perşembe

kedibeli

boşluğa doğru boğulur bu seslenişler
tekrarladıkça anlamsızlaşan ve azalan
ihtimallerin peşindeyim
üzerime düşen kılıçları savunmaktan ve
çocukların kuma çizdiği çemberin içinde
iki elim gururumun kabzasında
yeni bir darbeye hazır kalmaktan
yorgunum

bakın kimsesizim
bakın! ayaktayım
ama kedibeli titreyişleri bile yabancı.
acıyor diyemediğim konuşmaların sonunda
sonuncusunda
ev yolunda kendime kendim fısıldadım
"bana karşı ben vardım
 çaldığım kapıların ardında,
 ben açtım, ben girdim
 selamlaştık ilk defa."

yazım çirkin içimden
kurtarmaya çalışanların boğulduğu içimden.
üzüntüden kopardığım çimleri sapladım
üçüncü kaburgamdan içeri
menekşeler tütüyordu balkonlarda o an
beni savunan herkes için biraz da ben tüttüm
içimden, dağıldım ve

düştüm, kafatasımın iki yanına çarpan sarkaçtan
uçuruma benzeyen dimdik harflerden
düştüm, durmadan tekrarlanan düzlüğe
satır sonuna.