27 Şubat 2018 Salı

Yolun Sonu

Bu şehirlerde,
Yolun sonu hep Mezopotamyadır.
Bilirsin,
İki ırmak ayrılır, parçalanır da
Denize doğru, ölümlerine doğru,
Anca birleşirler.

Hiç baharı tatmamış kadınlar için,
Çölün ortasında bir anıt gibi yükselen
Yalancı bahçeler yaptılar.
Yaranamadılar.
Bir ateşin serabıyla yandı bütün yeşiller,
Geriye putlara benzeyen yüzler kaldı.

Yahuda'nın ihaneti, Samiri'nin başkaldırışı,
Babil'in yıkılışı gibi,
Bu şehrin yolları kapayışı vardır.
Sen küle dönmeden de açmaz.
Güneş bir devrim şehidi olarak doğar
Sahillerde,
En çok onun yanmasını izleriz bu şehirde.
Öyle acı verici yanar ki,
Yüzümüze çarpar ışığı, sıcaklığı.
İkarus onu kurtarmak için
Uçmuştu yeni kanatlarıyla.

Yolun sonunda güneşe adanan
Yıkılmış tapınakları bulursun.
İki ırmak asla birleşmez.
Aynı kaynaktan alırlar sularını
Başka denizlere dökerler.
Fırat ve Dicle terse akar,
Coğrafya şaşkın,
Güneş bile yanmayı bırakır,
Bir adem oğlu,
Dünyanın acılarını anlamaya başladığında.

Anlıyorum,
Dikenli tacıyla İsa'yı.
Anlıyorum,
İhaneti hisseden Musa'yı.
Anlıyorum,
Atom bombalarını, kuruyan gölleri,
Sönüp bahçeme inen o uçan balonu.
Anlıyorum ve biliyorum artık,
Dünya 3 yaşında bir kız çocuğunun,
Mavi gözlerinin ortasındaki karanlıktan ibarettir.

Bölüm 8

-entropiye karşı savaşmak anlamsızdır.
Avuçlarımda taze kavrulmuş fındık kokusu duyuyordum. Henüz sıcakken bir avuç almıştım da kokusu sinmişti sanki. Hiçbir zaman unutamayacağım bir günü evime kapanarak geçirmek istedim. Onun yanında çok mutluydum, dönüş yolunda çok mutluydum. Hep çok mutluydum ama bu mutluluğun gözüme kusursuz görünmesini kaldıramıyordum. Bir yerlerde mutlaka bir hatası, safsızlığı olmalıydı bu kadının. O hisler, sanki her şey isimlerden arınmış bir odada geçmişti. Ülker, benim içimde hala “o kadın”dı. Otobüs durağında onu gördüğümde başlayan duygu hala sürüyordu. Okuma koltuğuma geçtim ve karar verme akşamlarında olduğu gibi karşıya baktım. Hayatımın zorlukları hiç tam anlamıyla zor olmamıştı, inişlerim çıkışlarım hep yuvarlak köşeliydi. Üzerinden aşmak için tutunacak bir yer bulmam yeterli olmuştu hep. Oysa şimdi, yıllar sonra böyle yoğun bir his bulutunun içinde mutlu ve kaçmak istemeden bekleyişim tamamen yeni bir şeydi.
Ona nasıl davranacaktım, bu kadar hisse karşılık ne kadar cömert olabilecektim? Kaçmak istemeyişimin nedenleri ne olabilirdi? Bütün bu hisleri daha önce de hissetmiştim. Artık hayattan beklentim aşk, şefkat, huzur, başarı ve benzeri soyut olgulardan bağımsız bir mutlulukken bütün bunların sıkıştırıldığı anlar yaşamıştım. Duvara bakarken avucumdaki fındık kokusu yok olmuştu. Bana ne oluyordu? Bu ayrık hisleri nasıl tek bir insanda, bu kadar kısa sürede hissedebilirdim? Kaçmam lazımdı ama düşündükçe mutlu olduğumuz şeylerden kaçamıyorduk. Çikolata yemeyi düşünmek gibiydi. Düşünmenin mutlu ettiği şeyler yaparken o kadar da mutlu etmezdi çoğunlukla. Düşünce eyleme dönüştüğünde ise artık o kadar tat vermemeye başlardı. Kendi zihnimde sağladığım mutluluğu korumak için bunca zaman akışa direndim. Ülker beni eyleme geçirebilecek ihtimallerin içinde en güzeliydi. Akışın içindeki bu hisler beni korkutuyor ama kaçırmıyordu. Belki de cesur olmanın zamanı gelmişti.
Eğer bir değişiklik olacaksa önce odamdan başlamalıydım. Memleketime, evime iki yıl önceki dönüşümde yanımda bu koltuğu da getirmiştim. Odaya taşırken çok yorulup tam kapının soluna bırakmış ve üstüne yerleşmiştim. “Hadi oğlum Sinan, yeniden başlıyoruz. Yeni arkadaşlıklar, başarılar, hisler ve özlediğin aile bağlarıylasın. Kendi akışını kendin yarat.” diyerek motive etmiştim kendimi. Sonra duvarın açık sarıya yakın bu renginin bu konuşma için yeterince iyi olmadığına karar verdim. Kiler olarak kullandığımız alanı kurcaladım ve bahçe kapısını boyadığımız zamandan kalma küçük teneke kutuda lacivert bir boya bulmuştum. Her şeyi hazırlayıp odaya geri döndüğümde bütün oda gözüme yanlış göründü. Liseden sonra nasıl bıraktıysam hala öyleydi ama artık ben o Sinan değildim. Gidip odayı boyamaya yetecek kadar iç mekan boyası almıştım, yumuşak bir lacivert tonu. Koltuk dışında bütün eşyaları ortaya toplayıp duvarları boyarken, bütün ergenlik dönemimden sıyrılmıştım. O özgüvensiz, çatlak sesli oğlan çocuğunun yerini artık bir erkek almıştı. Çok sevdiğim şiirleri işlediğim duvarların değişimi, Çanakkale’de yaşadığım değişimleri andırıyordu bana.
Odam yanlarda yükselen binalar yüzünden artık ışık almıyordu ama bu değişim için gerekli bir farklılık olarak göründü gözüme. Eşyaları farklı yerlere farklı açılarla yerleştirdiğimde aynı kalan tek şey başka bir yerden gelen bu tekli koltuk oldu. Başka bir yerden geldiğimi hatırlatmak için mükemmel bir araçtı. İki yıldır hiçbir şey yer değiştirmemişti ve eğer eyleme geçmem gerekiyorsa önce buradan başlayacaktım. Rengi dışında her şey değişecekti çünkü mutlu olma bağımlısıydım.
***
Düzeni bozmak rahatlatmıştı. Hafifledikten sonra yeniden koltuğa geçtim. Duvara bakarak bu sefer kaçmayacağıma ve ciddiye alacağıma söz verdim. Neden mutlu olduğumu hala anlamıyordum ve bu bilinmezlik beni Ülker’le daha çok vakit geçirmeye itiyordu. Günde 4 saat çalıştığını söylemişti. İşten çıkmasına 10 dakika kalmış olmalıydı. Hızlıca üzerimi değiştirip durağa doğru çıktım. Dün akşamki incir ağacı kokusu artık yoktu ama hatırlamak bile bu varoş mahallenin kente uyum sağlama çabasına hayret etmeme neden oluyordu. Durağa vardığımda saat 20:55’ti. İşten çıkmasına hala 5 dakika olmalıydı. Onu beklemenin şimdi daha farklı bir hissi vardı. Parmaklarımın uçları bile mutluydu.
Fakat Ülker gelmedi. 20 dakika sonra butiğe gidip baktım, kapalıydı. Verdiğim karardan sonraki ilk eyleme geçişimde başarısızlık hissediyordum. Sigara içmek istiyordum, nikotin Ülker’i görmemiş olmanın baskısını hafifletecekti. Aceleyle çıktığım için her şeyimi unutmuştum. Yeni bir Camel Soft alıp durağa oturdum. Baskıdan kurtulduğumda Ülker’i aradım. Kısa bir süre hal hatır konuşmasından sonra ben daha sormadan erken çıktığını ve şu an annesiyle otogar servisinde olduğunu söyledi. Acil bir işi çıktığı için annesinin gitmesi gerekmişti. Başladığım bu eylemi sonuçlandırmak için onu görmem lazımdı. Nasıl döneceğini sordum ve daha cevap vermesini beklemeden gidip onu alabileceğimi söyledim. Nezaketle reddedip dolmuşla kendi evine döneceğini söyledi. Annesini bindirince aramasını rica ettim ve vedalaşıp telefonu kapattım.
Çok kızgındım. Bana olur dememişti. Buna neden kızdığımı bile bilmiyordum, sadece çok kızgındım. Eve döndüm, arabanın anahtarlarını alıp otogara doğru yola çıktım. Annemin böyle anlarda ufak tefek laf sokmaları olurdu. Tatlı bir atışma başlardı aramızda. Eskiden böyle durumlara verdiğim tepkileri düşünüyorum da, ergen halimle ne kadar da üzmüştüm onu. Şimdi böyle anne oğul arasındaki o minik atışmaların verdiği mutluluk benim her eylemime neşeyle başlamamı sağlıyordu.
Yola çıktığımda bu hareketimin Ülker’i kızdırabileceğini düşünüyordum. Eğer aradığında yine gelme derse onu beklediğimi söylemeden geri dönebilirdim. Kızgınlığım geçmişti, bunu istememesi çok normaldi. İstediğim bir şey olmadı diye en son ne zaman bu kadar sinirlendiğimi hatırlamıyordum bile. Çok erken gidersem beni görebilir diye düşünerek yolu biraz uzatmak istedim. Çok hız yapmadan daha önce onlarca kez çıktığım şahin tepesi yokuşunu çıktım. Hem yolu uzatmak hem de durup etrafa biraz İzmir’i izlemek için mükemmel bir güzergahtı. Mutluluğumu pekiştirmek için biraz İzmir’le konuşurdum belki. Şehir duymuyordu ama dinleniyormuş gibi hissetmekti önemli olan. Henüz hiçbir arkadaşıma, hatta en yakınlarıma bile Ülker’den bahsetmemiştim. Önce şehirle paylaşmak, duymasa bile, iyi gelecekti. Belki bulutsuz bir aralıktan mevsimin en güzel takımyıldızlarını da görürdüm.
Keyifli bir sigara molasından sonra Tekstilciler Çarşısı’ndan Kamil Tunca Bulvarı’na inerken Ülker aradı. Annesinin gittiğini söylemeye çalıştı fakat daha cümlesini bitirmeden şahin tepesine gitmeyi önerdim, heyecandan gelme deme ihtimalini unutmuştum. Onun içimi sakin bir denize dönüştüren “Olur” demesini duymak o mevsimin en güzel olaylarındandı.
Telefonu kapadıktan sonra durumuma en uygun şarkıyı düşündüm, aklıma hiçbir şarkı gelmiyordu. Ses olsun diye radyoyu açtım. İlk defa duyduğum bir şarkı çalıyordu. Sen kocaman çöllerde, bir kalabalık gibisin. Kocaman denizlerde, ender bir balık gibisin. Ritmine dahi tutulmuştum bu şarkının. Yolun nasıl bittiğini anlamadan otogara varmıştım. Arabanın içinde bekleyemeyecek kadar heyecanlıydım. Daha 5 saat olmamıştı vedalaşalı ama ben bu sürede tekrar heyecanlanabilmeyi başarmıştım. O yolun ucunda göründüğü anda fırladım arabadan, yaklaştıkça daha da heyecanlanıyordum. En sonunda aramızda neredeyse hiç mesafe kalmadığında, sarılmakla yetinemeyip kaldırıp çevremde bir tur döndürdüm. Yüzünde bu mutlu gülümsemeyle aşağıdan yüzüme bakışını bir fotoğraf karesinde saklayabilmek isterdim.
***
Tepede, onun adını taşıdığı Ülker’i aradık ama bulutlar çok yoğun olduğu için başka bir zamana sözleştik. O anlarda sadece bedenim değil, ruhum da yüksek rakımlardaydı. Üşüyene kadar İzmir’e baktık, sessizce ışıkların dağılıp birleştiği yerlere dalıp gidiyordum. Ülker’in ne düşündüğünü anlamak için bir yöntemim olsaydı keşke. Sihirli güçlerimi kullanıp onun beynindeki elektrik iletimini sese, yazıya dökebilseydim. Onu kendi içimde duyabilseydim. Ne hissediyordu acaba? Çok geçmeden aslında beklediğim sihirli güce sahip olduğumu fark ettim.
“Nasıl hissediyorsun?”
"Olması gerektiği gibi. Sanki hep olmam gereken yerdeyim. Yapmam gereken şeyi yapmaktayım. Mutluyum.”
“İyi ki gelmişiz buraya.” dedikten sonra karşı tarafa değil de ona bakmaya başladım. Sahiden de her şey olması gerektiği gibiydi. İçimdeki seslerin tamamı susmuştu, sadece onun olur deyişiyle kaplıydım.

26 Şubat 2018 Pazartesi

Hac

Bana bir uyku bağışlayın,
Tek gecelik olsun.

Camlarından bin türlü ağaç görünen
Dört köşe bir yola çıkıyorum.
Bedenin gittiği mesafe önemli değil,
Nasıl olsa her şeyin sonunda
Ruh, tek adımla geçecek karşıya.
Bu, onlarca şehirde geçen bir hac yolculuğu,
Bir prensin, halkını kurtarışının tekrarıdır.

Bana bir uyku bağışlayın,
Bu gece olsun.

Hayatın içindeyken,
Yani içeride bir yerlerde nefes alıyorken
Cümleleri yakalamak anlamsızlaşıyor.
Üzgün kediler, annelerini çağırıyorlar ya,
İşte bir gazel de buradan çıkıyor.

Bana, lütfen, bir uyku bağışlayın,
Sonraki geceler borcum olsun.

Birlikte yapılan her şey bir kırıntı bırakır,
Ayaklarım bana günah diye bağırıyor
Yürüdüğüm her yerde.
Giden bir trendeyim,
Her istasyonda iblislerim takılıyor peşime.
İsimler değişiyor sadece bu yolda.
Gidiyoruz, boylarımız bile kısalmıyor,
Bu kutsal yolculukta.

Bana bir uyku bağışlayın,
Karlar kapatmadan hac yolumu.

23 Şubat 2018 Cuma

Yıkılmış bir eve dönme alışkanlığı

Bu sokaklar eskisi gibi düz gitmiyor,
Yeri değişmiş ışıkların bile.
Tanıdığım evler, tanıdığım kaldırım taşları uzakta,
Tanıdığım sen, uzakta.
Dönüşsüz yolumuzun sonu
Bir hayalet kasabaya ulaşmakmış.

Sigara dumanlarının ve bira bardaklarının yabancılığı arasında,
Bir antik kente cam üfleyicilerinden dokunan ellerinin arasında,
Parlak koyu mavi küpelerini unuttuğun başucu sehpasından
Yakalıyorsun beni.
Bir sürgün, bir alıkonulma gibi değildin.
Gönüllü bir rehineydim senin ülkende,
Halkının bile unuttuğu bir prens.

Yatağımız bir ırmağın coşkusunu taşıyordu,
Ben buna güvendim.
Yorulup yaslandığın yerde ağaçlar çiçek açıyordu,
Ben buna inandım.
Soğuk bir mart ayı olma ihtimalini unutarak
Bütün çiçeklerimi şubattan açtım.
Bir kent dışarıdan başlayarak
Beyaz, sarı, pembe, kırmızı oldu.
Yatağımız bir ırmaktan besleniyordu,
Ben bu yüzden hala akıyorum.

Diyorum, bir sürgün gibi değildin o dönemler.
Bütün okyanusları gezip de
Tuz kokusu taşırdım odana,
Sen bana en hakiki limandın,
Rengi mavi.
Bir yorgun, bir denizci olarak gelirdim.
Şimdi,
Karşı kıyıda durabiliyorum anca.

Sen,
Hiç yazıya dökülmemiş bir destandın.
Ben nerede birini bulsam seni anlattım.
Yüzün en heyecanlı kısmıydı bu şiirselliğin,
Babalar küçük oğullarına anlattı seni sonra,
Yüzyıllar geçti.
Kimse dizmedi notaları arka arkaya.
Bu destana kimse bir şarkı yazmadı.
Dilim yorulduğuyla kaldı.

Gitarın sesi odanın derinliklerinden yayılmaya başlıyor.
Oysa orada hiçbir şey yok,
Hayalet kasabalar bile daha doludur,
O köşeden.
Orada hiçbir şey yok.
Sadece duvarlara sıçrayan kan gibi,
Hayallerin,
Vazgeçilen, hayal olarak bile kalamayan hayallerin,
İzi kalmış,
Yıkılmış bir evin artık olmayan köşesinde.

17 Şubat 2018 Cumartesi

Saat

Güneş doğmadan hemen önce
Gecenin sessizliğine sahip olduğunda,
Aklın seni yok edecek bir saatli bombaya dönüşür.

tik tak tik tak tik tak tik tak tik tak

O dokunun içinde,
Herhangi birinden, gelecek huzuru arıyorken,
Kimse yoktur.
Kucağında bekleyen kitap, masada unuttuğun kırık gözlük
Uykudan uzak gecelere eşlik eder yalnızca.

tik tak tik tak tik tak tik tak

Aklının içindeki sesleri duvarlarda arama boşuna,
Huzur birinden gelmez hiçbir zaman.
Bir insan yüzüne denk gelmek için uzatma elini,
Yatağın boş.

tik tak tik tak tik tak

Gece, bir kahve fincanının dibi kadar karanlık.
Bu gözlüğünle alakalı bir sorun değil,
Herkesin başına gelir.

tik tak tik tak

Uyku ovaya kaçmaz,
Onu en yalnız zirvelerde aramalısın.

tik tak

Çünkü orada

tik

Kimse

tak

Yoktur.

11 Şubat 2018 Pazar

İltica Talebi

Kalk,
Gitmemiz lazım.
Burada hep peşinde olacaklar.
Buranın sokakları onların muhbiridir.
Geceleri tavanda gölge sandığın,
Onların askeridir.
Yağmurlu günlerde o caddeden yürüyen
En mutlu insanı hedef alanlar
Bir Nisan gününde seni seçtiler.
Canın tehlikede,
Kaçman lazım.

Bütün sığınaklarına soktun sen onları,
Evine, odana, sokaklarına.
Geriye çekilip sindiğin köşelerin manzarasında,
En çok kayıp verdiğin çatışmaların izleri duruyor.
Duvarlara, kapılara bulaşmış kan lekeleri duruyor.
Seni sadece orada aramıyorlar,
Çünkü nerede olduğunu zaten biliyorlar.
Burada,
Güvende hissettiğin tek yerde,
Her köşeyi döndüğünde bir kurşun daha yemekten korkuyorsun.

Bu düşmanlık varoluştan değil,
Geçmişin her noktada nefes alışından.
Gitmemiz lazım,
Ama kimse kabul etmiyor sığınma isteklerini.
Yalnızlığına anne olmuş kadından sonra,
Hiç kimse kucak açmıyor bu kocaman yalnızlığa.

10 Şubat 2018 Cumartesi

Kan, Katran, Süt

Ciğerimden geçen kanım,
Tütünden dolan katran
Ve onun göğsünden soluduğum sevda sütü
Aylardır içimde karışıyor.

Kadın,
Kanımı temizleyen oksijenin sebebiydi.
Onunla biliyordum,
Damarlarımda temiz kan aktığını.
Kadın,
Kendi kanım kadar değerliydi.
Dişlerini sivrilten bir canavara dönüştüğü zamanlarda bile
Hiç kalkanım olmadı, ona karşı.
Kadın,
En lazım dönemlerde hiç olmazdı.
Hep eksik çıkardı kan testlerim,
En düşük değerin karşısına.
Adını bilseler onu yazarlardı.

Bir boğulma sahnesine benziyordu yatağım,
Bütün gece tekrarlanıyordu gözümün hemen önünde.
Gözümü kapasam yüzüne, açsam anısına
Yakalanıyordum.
Onu boğmak istiyordum,
Pencereyi kapatıp bütün gece sigara içerek
Ona nefes aldırmamak istiyordum.
Oysa o,
Burnumdan girip yerleşiyordu içime.
Ondan nefret etmek istemedikçe,
Bir yabancılaşmaya yakalanıyordum.
Bir yabancıya bakıyordum aynada
Kadın anlamlarımı ceplerine doldurmuş giderken.

Bu kaygan akışta,
Bembeyaz bir renge yakalanıyordum bazen.
Ona olan bu müthiş aşkın içinde,
Onun sütünün içinde,
Tek başıma duruyordum.
Tekrar boğulmak istiyordum yüksek rakımlı tepelerde,
Ellerimizle bağlıyken birbirimize.
Kadın,
Ezberimdeydi.
Kadın,
Bütün anlamlardı.
Dünyadaki cennetimin yıkıntıları üzerinde
Öyle cesur, aldırmaz, dimdik durup
Kızıl bir gökyüzünü mümkün kılıyordu bana.
Tanrım,
Ezberimdeydi.
Yanlış değildi.

Ve kan, katran, süt ile yıkıyorum artık
İçimden kalkan bütün cenazeleri.
Artık giden herkesin sırtı sana benziyor.

9 Şubat 2018 Cuma

Bölüm 7

 -adım atmak her zaman yürüyor olduğun anlamına gelmez.

Evden çıktığımdan beri ne düşüneceğimi seçemiyordum. Eve kadar müzik dinleyerek yürümek istemiştim sadece, kulaklığımdaki sesin ne olduğunu önemsemiyordum bile. Sadece ses olsa yeterliydi o an benim için. Aç karınla sigara içmeyi sevmiyordum ama bu sabah, daha doğrusu öğlen, canım istemişti. 

Uyandığımda kendimi Bilge’ye sarılmış olarak buldum. Bilge’nin yerinde ise Yasemin yatıyordu. Ben hareket edince Bilge’de uyandı. Yasemin’in gece kendine gelmekte zorlandığını, ona duş aldırdığını ve sonra da burada yatması için ikna ettiğini anlattı. Bir süre ya kusarsa diye korkup uyuyamamış, sızana kadar arkadaşını izlemişti. 

Arkadaşlarım onlar uyurken uyanıp gitmeme alışıktı. Bazen kahvaltılık bir şeyler alıp geri gelirdim. Bugün için de aklımda bu vardı telefonuma bakana kadar. Ülker’in attığı mesajı görünce ne yapacağımı bilemeden annemin benimle işi varmış gitmem lazım diye giyinip çıkmıştım. Bilge uyku sersemi pek bir şey anlamamış, yorgana sarılıp uyumaya devam etmişti.

Ülker dün akşam cevap vermediği için özür dileyip okul ve işi birlikte yürüttüğünden bahsetmişti. Dersten sonra işbaşı yapana kadar, ikiden beşe kadar üç saat boşluğu olduğunu ve bir yerlerde oturmayı teklif etmişti. Cevap verdiğimde saat neredeyse 12ydi. İlk buluşma heyecanını bir binek hayvanı gibi kullanarak eve 20 dakikada gelmiştim. Evde kimse yoktu, yolda planladığım gibi tıraş, duş ve kahvaltıyı hızlıca halledip söylediğim yere gittim. Her şeyi böyle heyecanla yapınca yarım saat erken gelmiştim. Kitaplıktan kısa bir öykü kitabı alıp 2ye kadar yarıladım. Sonra işemeyi bile unuttuğumu fark ettim. Dün akşam başımın etrafını saran o doluluk uyandığımdan beri yeniden oluşmaya başlamıştı.

Sevinç, dolduran bir duyguydu. Belki ellerini bile tutabilirdim bugün. Dün otobüsteki o minicik temastan sonra gözlerimin dış tarafına yerleşen beyaz periler yeniden gelmişti sanki. Beyaz periler. Bunu not almalıyım diyerek cüzdanıma ve kağıtlarıma atıldım. Ben notumu alıp tuvalete gidip geldiğimde Ülker gelmiş ve benim oturduğum masanın yanındaki masaya oturmuştu. Küçük kafenin sahibi olan Gül Ablayla bir şeyler konuşuyordu. Gül abla yeniden içeri girdiğimi fark ettiğinde gülümseyerek beni gösterdi.

“Sinan geldi sonunda.” dedi. 

Ülker’in bana bakmak için hızlıca döndüğü o yarım saniye içinde boynunu bu kadar hızlı çevirip zedelemesinden korkmayla başlayan ve yüzüne bakıyor olmanın verdiği çarpıcı hisle son bulan bir duygu akışına kapılmıştım. Bakışlarının parlaması ve dudaklarının kıvrılması beni bir kalp atışı gibi çarpmıştı. Çok güzeldi, çok beyazdı. Gündüz, bu kadına yakışıyordu. Adını yıldızlardan almış olmasına rağmen gündüze bir çocuk gülüşü gibi neşe katıyordu. Ona gündüzleri ayrı, geceleri ayrı anlamlar yükleyen şiirler yazmak istiyordum. Masaya yürürken “keşke, keşke iyi bir şair olabilseydim.” düşüncesi işgal etmişti beni. 24 saatte ikinci kez içimin konuşup dışımın sustuğu yere gelmiştik, Ülker’in karşısı.

Ayağa kalktı, sarıldık. Sürekli akan hislere yetişmeye çalışıyordum. Anın atına bağlı yaya bir esir gibiydim. Bu hissin belirdiği önceki zamanlarda hep rahatsızlık duymuştum. Şimdi rahatsız olmaya bile fırsatım yoktu. Sarılmamız kısa sürdü, kitabı yerine koyup onun oturduğu masaya geçtim. O su ve çay istedi, ben kahve istedim. Siparişler gelene kadar sustum. O da susup bekliyordu. İlk benim konuşmam gerekiyordu galiba. Yüzüne bakarken aklıma gelen cümleler için çok erkendi. Hem bu izleme bitmesin hem de bir şeyler olsun da konuşmaya başlasın, onu dinleyeyim istiyordum. Kirpiklerini ve yanaklarını, dudaklarını ve çenesini, alnını ve saçlarının izliyordum. Ezberlemek istiyordum.

Sonra siparişler geldi. Gül Abla beni kurtarmıştı. 

“Tanıştırmayacak mısın Sinan?” diye sordu.
“Abla bu Ülker. Bu güzel hanım da Gül Abla. Bu dükkanın da kafenin de sahibi. Burayı bu şekle sokmak için çok uğraştı. Mükemmel bir insandır.” dedim.
“Aa! Sen ve bizim çocuklar olmasa zor şekil alırdı burası.” dedi ve kitaplığa dönerek “Bak mesela bu kitaplık rafını Sinan kendi yaptı.” diyerek Ülker’e gösterdi.
“Elinden iş geliyormuş. Çok güzle duruyor. Eline sağlık.” dedi Ülker. Ayağa kalktı ve kitaplığı incelemeye, dokunmaya başladı. Çok basit de olsa Ülker tarafından övülmüş olmak diğer bütün insanların övgülerinden daha iyi hissettiriyordu. O an, kendimin beğenmediğim kitaplığa karşı kanım ısınmıştı. Kaldırıp caddede “Ben yaptım bunu, ben. O kadın da beğendi.” diye koşma isteği uyanıyordu içimde. Bütün isteklerimi Ülker’e anlatmak için çırpınıyordum aslında. Dün gibi boşboğazlık yapamazdım. Ağzım sahiden kulaklarımda olarak Gül Ablaya döndüm. 

“Abla bu da Ülker. Tanıtmak isterdim ama daha ben de tanımıyorum.” dedim. İkisi de kahkaha attı.
“E siz iyice tanışın o zaman.” diyerek elini Ülker’e uzattı “Memnun oldum ay parçası.” dedi. Ülker sahiden de lacivert gecenin dokusunda öylece ilerleyen ay kadar beyazdı. 
“Ben de memnun oldum. Kesin tekrar geleceğim buraya, çok sevdim. Muhabbet etme fırsatımız olur mutlaka.” dedi. Gül Abla tezgahın arkasına geçip telefonuyla uğraşmaya başladıktan sonra Ülker de yerine oturdu.

“Neler yapıyorsun, kitaplık yapmaktan başka? Anlat bakalım.” dedi.
“Bu aralar sadece hikaye anlatıyorum. Bundan iki ay öncesine kadar yoğundum baya, yüksek lisans tezi, makaleler, sunumlar. Bitince boşluğa düşmeyeyim diye eskiden yaptığım işe döndüm.” dedim. Kendimi anlatışım bu kadarla kaldı. Sanki daha özel bir bilgi versem benden soğuyacakmış gibi susuyordum. Böyle yapınca Ülker’in gözünde daha salak görünüyordum ama engel olamıyordum susma eylemine. Anlatmaya devam etmemi bekleyen bakışlarını yüzümden çekmiyordu. Sonra sordu.

“E hangi bölümde yaptın? Konun neydi? Devam edecek misin? Hikaye anlatıcılığı nedir? Her şeyi tek tek sormamı istersen sorarım ama çok yorucu olur. En iyisi sen anlat.” dedi ve yine bekleyen bakışını taktı gözüne. Konuşurken vücut dilini kullanışı onu daha çekici yapıyordu. Konuşurken elini, kolunu oynattıkça lazer ışınını kovalayan kediler gibi ellerini takip ediyordum. Bunu bir gün mutlaka masallaştırmalıyım diye düşündüm. 

***
Hayatımda ilk defa önümdeki kahveyi bitirememiştim. İki saat geçmişti. Onu dinlerken kahveyi unutuyordum. Karşımdaydı, konuşuyordu. En çok gülüyordu. Arada bir de ben anlatıyordum ama onu daha çok dinlemek için hep kısa kesiyordum. Sürekli sandalyemde pozisyon değiştirip heyecanla kendi hakkında verdiği bir bilgiyi, ayrıntıyı yakalayıp kaydetmeye çalışıyordum. Daha önce hiçbir işe bu kadar odaklanmamış gibi, hayatımın en önemli dersiymiş gibi Ülker'i dinliyordum. Eve gidip söylediği her şeyi tekrar etmek istiyordum.
Burada doğup büyümüştü, sonra babasının işi yüzünden Bursa'ya taşınmışlardı. Üniversite için buraya geri dönmüştü. Tekstil Mühendisliği okuyordu ve çocukluk arkadaşının butiğinde çalışıyordu. Evime iki dakika uzaklıkta bir butikte çalışmasına rağmen onu daha önce görmemiştim. Aslında butiğin içine daha önce hiç bakmamıştım. Ne tür kıyafetler satıldığını bile bilmiyordum. Arada bir önünden geçerdim sadece. Butikte fark etmesem bile kampüste mutlaka karşılaşmış olmalıyız Ülker’le, bu yüzü görüp de öylece unutmuş, yanından geçip gitmiş olmak ne büyük günahtı. 
Bu sene mezun olacaktı. İzmir’de kalıp çalışmayı düşünüyordu. Yüzmede bölgesel düzeyde dereceleri vardı, suyu çok seviyordu. Denizi havuzdan çok seviyordu çünkü deniz dengesiz ve sonsuzmuş. Sol göğsünde kitle olduğundan 5 yaşında ameliyat olmak zorunda kalmıştı ve hala izi vardı orada. Sol ayak bileğinde ona denizi anımsatan çizgilerden oluşan bir dövme vardı, en yakın arkadaşı çizmişti. En yakın arkadaşının adı Uğur, Bursa’da yaşıyordu. Uğur çok asi bir kızmış, ergenliklerini birlikte geçirmişler ama Ülker Bursa’dan gitmek istediği için buraya gelmişken o orada kalmıştı. Buraya geldikten sonra uzun süre uyum sorunu yaşadığı için yurdundan dışarı pek çıkmamıştı. Okula da gitmemişti pek bu dönemde, sürekli kitap okumuştu. Haliyle bir sene uzamıştı okulu. Sonra birkaç arkadaş edinince onlarla eve çıkmıştı. Dün de teyzesine gidiyormuş, annesi birkaç günlüğüne misafirliğe geldiği için orada kalıyormuş bu ara annesiyle. Evi bu kafeye çok yakındı daha önce adını birkaç kez duymuştu ama gelmeye hiç vakti olmamıştı. 
Anlattıkça merak ettiğim daha fazla soru ortaya çıkıyordu ama artık işe gitmek için kalkması gerekiyordu. En azından bu sefer, onunla aynı yere gidecektim. Sürekli soru sorup onu konuşturmuştum ve sadece su içmişti. Konuşmaktan yorulduğunu söylüyordu sürekli. O söyleniyorken benim aklımda yürürken elini tutma ihtimalinden başka bir şey yoktu. Sadece bir ihtimal, elimi atıp tutsam nasıl bir sonucu olacağını kestiremediğim için uzak durduğum bir ihtimal. Hesaplarımızı ödedik ve Gül Ablayla vedalaşıp çıktık. Minik bir merdivenden inecektik, önden gidiyordum. Bu eline dokunabilmek için tek şansım olabilirdi. Hızlıca iki basamak aşağı inip elimi uzattım. Tuttu. İki basamak sonra bırakacaktı belki ama tutmuştu. Biraz daha uzun sürsün istedim.
“Aa! Dur bir saniye.” dedim. Eğilip pantolonu tozlanmış da temizliyormuş gibi bir elimle onun elini tutuyorken öteki elimle onun baldırına bir iki defa vurdum. Sonra yüzüne baktım. Bu şaşkın gülüşünü ölene kadar hatırlamak istiyordum. Parmakları avucumun içinde duruyordu. Onu beklerken sevinç, o konuşurken mutluluk şimdi de heyecanla doluydum. 
“Teşekkür ederim.” dedi. Sol kolumu ileriye doğru uzattım.
“Ne demek. Önden buyur.” dedim. Zaman kazanmaya çalışıyordum. Daha çok parmakları avucumda kalsın istiyordum. İki basamak sonra merdiven bitince elimi de bıraktı. Böyle heyecanlı olmak bana göre değildi. Aslında bunların hiçbiri bana göre değildi. Daha önce onlarca defa yaşadığım şeyleri şimdi kendi gözümde bu kadar büyütüyor olduğuma kızgındım.
İndik ve yol bitene kadar ben soru sormaya o da anlatmaya devam etti. Bu kadını masallaştırmak istiyordum.
Giderken yine dünkü gibi sıkıca sarıldı. 
“Bir dahakine sen anlatacaksın Sinan.” dedi gülerek. 
“Benim anlatacağım çok şey var, hepsine zamanın yok diye sustum bugün.” dedim ve ben de güldüm. Vedalaştık.
***
Eve giderken içimdeki kıpırtı azalması gerekirken artmaya başladı. Yemek yapmam gerekiyor gibi hissediyordum. Sonra söylediği her şeyi tekrar hatırlayacak ve ona ithafen bir anlatı tasarlayacaktım. Sonra belki onun da katıldığı bir gece sahnede anlatırdım. Mutlu başlayan bir durumu daha mutlu sürdürmek için yazacaktım. 

8 Şubat 2018 Perşembe

Bölüm 6

-her yenilik, bir uyanıştır.

Bilge’nin omzunda sızmıştım. Hararetli bir konuşma hali gelmişti herkese. Gözümü açmadan onları dinliyordum. Bilge’nin de bu yüksek sesli konuşmaya katılışı yüzünden uyanmış olmalıydım. Şimdi daha tartışır bir üslupla birilerine bir şeyler söylüyordu. Söylenenleri anlamakta zorlanıyordum. Ne ara bu hale geldiler merak ederek gözlerimi aralamaya çalıştım. Işıktan dolayı gözüm bulanıklaştı. Yerden kalkıp tekli koltuğa geçmiş Tolga’yı seçebilmeye başladım. Sigara içmek istiyordum ama başımı hareket ettiremiyordum, keşke biri uyandığımı fark etse diye düşünerek bekledim.

Nihayet Tolga gördü beni.

“Oo, günaydın abi.” dedi. Cevap vermek için konuşursam yeniden midemin bulanacağından korkarak başımı salladım. İki parmağımı dudağıma götürerek sigara işareti yaptım. Bilge başını çevirip bana baktı. Sol elini saçlarımda gezdirmeye başladı. Tolga Bilge’ye seslenip sigara pakedini fırlatacağını söyleyene kadar elini çekmedi. Biraz rahatsızlık duyuyordum ama edecek kadar bile hareket etmekte zorlanıyordum. Pakedi aldı, içinden bir tane çıkarıp yaktı ve ağzıma tutuşturdu. Bilge’nin saçını yakmamak için doğruldum. Bu sefer de Tolga yüksek sesle siyasi durumlar hakkında konuşmaya başlamıştı. 80’li yıllar ve sonrasıyla ilgili bir şeyler anlatıyordu. Yine bir alkol masası siyasete düşmüştü. Sonra bağlantısını çözemediğim bir şekilde konu Fransa’ya geldi. Bilge konuşmaya başladı. Anlamakta zorlandığım bir soğuma hissediyordum böyle oldukça, konu kapansın istedim. Bilgeyi omzundan dürttüm, susup bana döndü.

“Efendim.” dedi. Elimi ensesinden boynuna götürdüm ve başına göğsüme yasladım. Şaşırmış bir şekilde aşağıdan suratıma bakıyordu. Bu hareketle en azından birini aradan çıkarınca konu bir süre daha ertelenmiş olacaktı en azından. Ne ara Yasemin’den buraya gelmişlerdi, müzik ne zaman kapatılmıştı, kaç saat uyumuştum şeklinde bir sürü soru vardı aklımda. Kızın biri sol göğsüme başını dayayıp yanağını sürtüyorken bunlar gözüme önemsiz göründü. Durup etrafıma baktım. Sude kitlenmiş bana bakıyordu, Yasemin önündeki bardağın ağzında işaret parmağını gezdiriyordu, Burak Sude’nin kucağına yatıp uyumuştu çoktan. Arkadaşlarımı ve bu minik huzuru izliyor olmak her şeyi tam hissettirdi. Mutlu olmak, tam hissetmekle alakalı bir şeydi. Eğer göz ardı edilemeyecek eksiklikler varsa mutluluk da tam olmazdı. Mutluluk, olsa olsa işlenmemiş bir taş olmalıydı. Taşı işleyip de şekillere, tiplere bağladıkça mutlu olmak gerçekliğini kaybediyordu. Kapağı açılmamış bir çikolata kaşıktaki çikolata izinden daha mutlu ediciydi. Gerçek bir mutluluk ise kaynağın varlığına bağlıydı. Mutluluğu sağlayan kaynak gidene kadar hiçbir şey onu bozamazdı ve ben hiçbir ilişkimde bu odadaki gibi tam mutluluğu bulamamıştım. Ne aradığımı bulana kadar olan ilişkilerim ise karşı taraf için çok kırıcı geçmişti. Oysa şimdi, bu odada, arkadaşlarımlayken saf bir mutluluğa sahiptim. O boş şişe ve bardaklar, şu su sürahisi, Bilge’nin saçı ve diğer her şey tam olarak olması gerektiği yerdeymiş gibi hissediyordum. Zamanı durdurup bir süre daha izlemek istedim o an. Ne yazık ki böyle bir güç bana bahşedilmemişti.

Sigaramın külünü dökmek için masaya doğru uzandığımda Bilge kalkmak yerine kucağıma yatmayı tercih etmişti. İki çiftin ortasında Yasemin tek kalmıştı. Biraz Sude’yle gülerek bakıştıktan sonra gözleriyle Bilge’yi gösterdi ve gülmeye engel olamadık. Alkolün benim için tek güzel etkisi bu eğlenceyi katlıyor oluşuydu. Yasemin bizim gülmemizle aniden sıçrar gibi oldu. Bardağı izlerken sızmış olmalıydı.

“İstersen uyu sen.” dedi Sude. Başını sallayarak onayladı. “Odayı biliyorsun, yatağın hazır zaten. İyi geceler.” dedi. Yasemin ayağa kalktı ve salonun kapısına kadar gittikten sonra geri dönüp telefonunu aldı.

“Size de iyi geceler.” dedi. Son anda el salladım. Sanki beynimde verilen komutların uzuvlarıma iletimini aksatan bir problemim varmış gibi bunu o arkasını dönmeden hemen önce yapabilmiştim. Bilge arkasından iyi geceler diye bağırdı. Tek kolunu kucağıma atmış, başını koluna dayamıştı. Dizlerini çekerek gövdesini iyice küçültmüştü. Bir elimde sigara, öteki elim onun alnına düşmüş şekilde duruyordum. O kucağımda kıpırdandığında bile oluşan temas ona yönelik bir isteği ortaya çıkarıyordu. Yasemin’e iyi geceler derken dirseği üzerinde doğrulması ise son hamlesi olmuştu. Sonra tekrar aynı şekilde yatmak için kolunu uzatırken tamamen bana sürtmüştü. Bu hareketin üstüne istemsizce karnım kasıldı ve dişlerimin arasından nefes aldım. Başını koyduğunda koluna iyice temas eden sertliği hissedince gülümsedi. Sonra birden kolunu çekti ve ensesini kucağıma bırakarak bana baktı.

“Özür dilerim.” dedi ve yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi. Güldükçe daha çok hareket ediyordu ve bundan zevk aldıkça daha çok gülüyordu. Şu an, Sude ve Tolga bize bakıyorken bu bana işkence yapmakla aynı şeydi. Artık hiç kalmayan uykumla Bilge’nin yüzüne bakıyordum. Herkesi odadan kovup Bilge’yle sevişmek istiyordum.

Sude Burak’ın saçlarını ve boynunu sevmekle meşguldü. Tolga ise hala bize bakıyordu. Sigaram bitmiş sayılırdı, içmemiştim bile. Bilge’den küllüğü istedim, daha fazla hareket ederek karnının üzerine yerleştirdi. Sigarayı söndürdükten sonra tekrar gereksiz fazla hareketle küllüğü geri bıraktı. Bana eziyet etmekten keyif alıyordu. Sarhoşluktan eser kalmamıştı. O an sadece Bilge’nin gözlerine ve dudaklarına bakıyordum. Dışarıdan bakan birisi bizi yanmakta olan bir fitil olarak görebilirdi. Görmeli ve kaçmalılardı. Tolga uyumak istediğini söyledi. Sude, Burak’ı uyandırdı ve ondan oturma odasını hazırlamasını istedi. Burak ve Tolga gitti. Sude bize döndü.

“İkiniz de burada yatın. Ben size yastık, çarşaf getireyim. İsterseniz masayı toplayalım ama çok üşeniyorum. Siz çekyatları ayarlayın ben geliyorum” dedi.
“Sabah toplarız. Teşekkür ederiz.” diye karşılık verdim.

Siz bilirsiniz diyerek çıktı. Bilge’ye döndüğüm anda yükseldi ve elini enseme koyarak yüzünü bana yaklaştırdı. O an onu öpersem Sude geldiğinde yakalanırdık.

“Hangisinde yatmak istersin?” diye gülerek sordum. Dudaklarımız arasında 2 santimden az bir mesafe varken bu soruyla yüzü asılır gibi oldu. Bir süre anlam veremeden baktı.
“Bu çekyatta.” dedi. Elini ensemden çekti ve oflayarak doğruldu. Kendine su doldurup içti. Eziyet etme sırası bendeydi. Ayrı uyuyacak gibi yapıp beklemediği bir anda yanına ilişecektim. Küçük bir oyun da ben oynamak istemiştim.

Ayağa kalktım. Sehpayı ortalayıp çekyatın açılması için alan yarattım. Sonra elimi Bilge’ye uzattım fakat o elimi tutmadan kızgınca ayağa kalkıp çantasını alarak odadan çıktı. Çok şaşırmıştım ama tuvalete girdiğini görünce rahatladım. Yatacağımız yerleri ayarlamam bitince Sude gelmişti. Çarşafları ve yorganları tekli koltuğa bıraktı ve bana döndü.

“Ne oldu?” diye sordu.
“Bir şey olmadı.” dedim. Sonra “Henüz.” diye ekleyerek güldüm.

Sonra Burak elinde açılmamış bir diş fırçası ve pijamalarla geldi. İyi uykular dileyip gittiler. Yatakları hazırladım ama Bilge hala çıkmamıştı. Gidip kapıyı çaldım.

“Dişlerimi fırçalayacağım, biraz acele eder misin?” diye rica ettim. Kapıyı açtı ve suratıma pis bir bakış atarak odaya gitti. O gidene kadar arkasından kalçalarını izlemek için bekledim. Odanın kapısında durup döndü.

“Girsene hadi, ne bekliyorsun?” diye kızgınca söylendi. Bu kadar kızacağını tahmin etmemiştim. Dişlerimi fırçalayıp çıktım. Üstünü değişmiş, yatağa girmişti. Şimdi benim de üstümü değişmem gerekiyordu ve dik dik bana bakıyordu. Eğer ona bakma dersem tamamen kızabilirdi ve bu geceyi kaybedebilirdim. Yatağıma oturdum, hala bana bakıyordu. İnce kazağımı çıkardım, beni süzmesine izin verdim. Vücudumda süzülecek veya arzu edilecek bir şey yoktu, zayıf bir göğüs ve biraz göbek. Böyle anlarda daha arzulanacak bir vücuda sahip olmayı istiyordum hep ama bunun için uğraşacak zamanım şimdiye kadar olmamıştı. Burak’ın verdiği uzun ve bol tişörtü giyindim. Burak’la aynı boydaydık ama benden en az iki beden daha iriydi. Pantolonumu değiştirmek için ayağa kalktığımda tişörtün uzunluğu sayesinde bu aşamadaki o izlenme utangaçlığından kurtulmuştum. Hala dik dik bana bakıyordu, beni öldürmek bile istediğini düşünmeye başlamıştım artık. Bu kadar kızacağı bir şey dememiştim oysa. Oturunca onu biraz yoklamak istedim.
“Uyuyacak mısın hemen?” diye sordum.
“Evet.” dedi, sesi kesin ve sertti. Aslında bu gece onu kaybetsem pişman olacağımı düşünmüyordum.
“Eve girmeden önce, bir ara oturup konuşalım demiştin. Bu güzel bir fırsat bak.” dedim. Kendini sardığı yorganı açtı. Ben dişlerimi fırçalıyorken o da üzerini değiştirmişti. Üzerinde sarı askılı bir tişört, altında siyah bir tayt vardı. Yatakta doğruldu. Dirseklerini dizlerine dayayıp yüzünü ellerinin arasına aldı. Alkolün de etkisiyle göğüslerinin oluşturduğu çizgiden gözümü alamamaya başladım. Arzulayacağım bir kadın değildi aslında ama şu an bu isteğe engel olamayacak kadar kafam karışmıştı.

Evden çıkmadan önce ne yaptığımı hatırlamıyordum bile artık. Ülker, müzik, Yasemin’in başından geçenler, Bilge’yle son olanlar ve çok olmasa da alkol. Yoğun bir gece oldu, daha ne kadar cümle sıkışabilir bu geceye bilmiyordum. Yine de onun anlattıklarını dinlemeye yönelik büyük bir istek duyuyordum. Hangi konuda uzun uzun konuşacağımızı bile hatırlamıyordum ama sadece dinlemek istiyordum. Kalkıp yanına oturdum. Garipseyerek baktı. Konuşmuyordu. O konuşmadıkça ben de konuşmuyordum. Herhangi bir koku almayacağımı biliyordum ama koklamak istiyordum. Herhangi bir bahane bulmama gerek yoktu. Burnumu boynunun yanına dayayıp kokladım. Diş macunu kokusu aldım sadece. Kolumu onun sırtına değerek öte yana kadar uzatmıştım. Uzaklaşmadım.

“Uzun uzun konuşmak istemiştin.” dedim.
“Evet. Şu an çok konuşacak halim yok ama.” dedi. Cümlesi bitince çenesini kaldırdı. Boynunu burnuma iyice yasladı. Vücudunu çevirdi yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Burnu neredeyse burnuma değiyordu. Oynama sırası yine bana gelmişti. Bu aşamadan sonra kurallar gereği onu öpmem gerekirdi. Öpüşmeden sonra da hiçbir şey durmayacaktı. Gözlerinden başka bir yere bakamayacak kadar yakındaydım.

Bir kapı sesi geldi. Odanın kapısını kapatmayı unutmuştuk. Bu şekilde başlasa kapının açık olduğunu fark etmeyecektik bile. Üstelik ışık da açıktı. Geçen biri ilk olarak bizi görecekti. O an bu ihtimallerin verdiği sıkıntıyla terlemeye başladım. Kapı sesini duyunca Bilge de bir an tedirgin oldu, arkasına baktı ve sonra hemen geri çekildi. Bu korku çok temelsizdi, onların yanındayken zaten yeterince yakın davranmışken şimdi birinin görmesinden ikimizin de bu kadar korkmasının nedenini anlamamıştım.

Yasemin, ağzını tutarak banyoya koştu. Bilge uzunca bir nefes verdi. Ayağa kalkıp kapıyı kapatmaya giderken o da kalktı.


“Dur bir, kız iyi mi bakayım.” dedi ve gidip banyonun kapısını vurdu. Sonra kapıyı açıp içeri girdi. Bu sefer de ben uzunca bir nefes verip ofladım. Telefonu alıp saate baktım, 04:24. Yatağıma geçip sırt üstü uzandım. Bilge de gideli birkaç dakika geçmişti. Öğürme sesleri kesilmiş, su sesleri başlamıştı. Bilge, Yasemin’in başını yıkıyor olmalıydı. Gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. 

5 Şubat 2018 Pazartesi

Bölüm 5

-Sözcükler, anların dinlenmiş halidir.

Böyle bir anın geleceğini biliyordum. Tekila şişesini açma nedenimiz buydu zaten. Merak her zaman hareketimizi sağlayan bir histi. Bazen bataklıkta yürümek zorunda bırakıyordu bizi ama merak olgusunun varlığı bireysel ve toplumsal ilerlemenin temeliydi. İnsanlar ve onların hissettikleri konusunda sonsuz bir merak sahibiydim. Yasemin’i omuzlarından kavrayıp “anlat artık!” diye sarsmak isteyecek kadar merak ediyordum şimdi de. Oysa önemsiz bir bilgiydi ve öğrendikten sonra bir daha düşünmeyecektim bile. Bu tavrım sayesinde daha iyi bir dinleyici olabiliyordum. İnsanların bana sürekli bir şeyler anlatma nedeni bu olmalıydı.

Şarkı bitene kadar hepimiz sustuk. Bardan çıktığımızdan beri sigara içmediğimi suskunluk sırasında fark ettim. Günde yarım paketten daha az içiyordum artık ama bu gece sınırı biraz aşacaktım. Masadaki paketlerden birinden bir sigara çıkardım. Ben paketi bırakmadan Tolga aldı. Sonra herkese uzattı. Sigara içmek için uygun bir an olduğunu herkes hissetmiş olmalıydı. Şarkının son nakaratına giriş yaparken bardakları indirdim tekrar. Bir shot daha attık. Bilmediğim bir şarkı başladı. Yasemin sessiz sessiz bir şeyler söylüyordu, şarkıya eşlik ettiğini düşünüyordum. Sonra birden Sude’ye döndü.

“Ben aptalın tekiyim. Hala onu seviyorum.” dedi. Bağırmıştı biraz.
“Senin suçun değil bu.” dedi Sude. Hala hiçbirimizden ses çıkmıyordu. “Onun seni bu kadar fazla manipüle ettiğini ne kadar erken fark edersen o kadar iyi. Hem daha bir hafta oldu. Yavaş yavaş kopacaksın. Sakin ol.” dedi. Sude diğer insanlar gibi değildi bu konularda, teselliyi cümlelerle vermezdi. Mantıklı konuşmaları yatıştırıcı bir tonda yapardı ve bu üzgün birini sakinleştirmek için en iyi yöntemdi.
“Fark etmem gerekirdi. İki yılımı onun için çöpe atacak kadar aptalım işte.” dedi Yasemin. Dışarıdan bakınca insanın içi burkuluyordu. Balkon demirlerine şekil verme işlemine benzer bir iç sıkışması hissediyordum içimde. Önce ısıtılıyorum ve iki ucumdan tutulup bükülüyordum, sonra bastırılarak içimin şişmesi sağlanıyordu. Harcanan iki yıl bu yaşa göre çok fazlaydı.

Yine de tam olarak harcanmış sayılmayacak zamanlar olmalıydı. Yoksa bu sürecin bir yerinde kopup gitmesi gerekirdi. Kandırıldığını göremeyecek kadar mutlu olmalıydı. Bu mutluluğun gerçek olup olmadığını düşünmek için artık çok geçti. Şimdiye kadar kendimi böyle bir duruma sokmadığım için kendime teşekkür etmekle yetindim. Boşa merak etmiştim. Çok kişinin başından geçmiş olayların bir benzeriydi. Ama Tolga’nın merakı henüz geçmemişti.

“Nasıl fark ettin peki?” diye sordu boşboğazlıkla.
“Eski sevgilisiyle tanıştım geçen ay. Anlattıklarına ilk başta inanmadım ama sonra bana anlattıklarını test etmek istedim. Benden beklediği şeylerden birini yapmayarak başladım işe. Bir şekilde kandırdı beni yine istediği oldu. Bu kırılma noktası oldu benim için. İki yıl boyunca olan bütün olayları düşündüm. Sonra illüzyonun arkasını görebilmeye başladım. Beni çok iyi tanımış ve buna göre oynamış bunca zaman. Hatta benimle sevgili olduktan iki hafta sonra ayrılmış eski sevgilisinden. Beni herkesten uzaklaştırdığı ve kimseye ilişkimden bahsetmeme izin vermediği için fark edemedim de.” Sonra birden nefesi kesilmiş gibi durdu. Hiçbir kelimeyi düşünmeden konuşuyordu. Aynı cümleleri son bir haftada çok kez kurmuş olmalıydı. Salondaki bütün sesler vakumlanıyordu. Hepimiz devamını anlatmasını bekliyorduk. Beklentimizi boşta bırakmadı.

“Bir gün çok üzgünken Sude’ye biraz anlattım. İlk o fark etmiş. Bana söylemeden soruşturup edip eski sevgilisini bulmuş. Geçen ay yine bu masanın başında kızla beş saat konuştuk. Onun fark etmesi ve uzaklaşması daha kısa sürmüş.” Tekrar durdu. Kendi hayatını hazmetmeye çalışıyor gibiydi. “Ben o güne kadar çok mutluydum. Benden istediklerini almak için biraz uğraşıyordu sadece. Sırf o uğraş için sürekli sorun çıkarıyordu. Kendim olmaktan çıkmıştım ama çok mutluydum. Kolay yoldan mutlu olmak çok tatlı geliyordu. Bu sayede de beni kandırması daha kolay oluyordu. Ne zamandan sonra kendimi kaptırdığımı çok düşündüm. Zamanla bana işlediği fikirlerden hala kurtulamadım ama aralarından bazı anları çekebiliyorum artık. Benim kişiliğimi bana bir hastalık olarak göstermiş, sorunlu olduğuma inandırmıştı. Bir aşamadan sonra artık kendimden iğrenmiştim. Kendi içimde bile istediğim hiçbir şeyin doğru olmadığına inanmıştım. İşte o aşamadan sonra gerçekten mutlu olmuştum. O benim için bir tanrı figürüydü. Sorgulamaya çalıştığımda bile hep haklı çıkan bir tanrı. İki yılın etkilerini silmem çok zaman alacak galiba. Son söylediklerim şu an aklıma geldi. Kendi kişiliğimi hatırlıyorum ama zamanla. Yine de öyle işlemiş ki kendini onu sevdiğimi düşünmekten vazgeçemiyorum.” Cümlesini bitirdi ve shot bardağını buzun içinden alıp bana uzattı. “Doldur bakalım öykücü.” Dedi gülerek. Gözleri kıpkırmızıydı ama gülerken yeşil yeşil parlıyordu. Yine kırmızı halı üzerindeki o en güzel meşe canlandı gözümde.

“Seve seve.” diyerek aldım bardağı. Diğer bardakları da indirdim ve tuza bulayıp yeniden doldurdum. Ben şişenin kapağının kapatmaya fırsat bulamadan Yasemin içmişti bile. Tekrar önüme koydu.

“Kuralları bozmak yok.” diyerek gülümsedim. Yine de tazeledim içkisini. Bu sefer ortaya bırakmadım. Herkes bardağını aldıktan sonra Yasemin’e uzattım. Burnunu ve gözlerini bluzunun koluna sildi. Bardağı aldıktan sonra bana bakarak gülmeye başladı. Sinirleri boşalıyor olmalıydı.

“Kuralları bozmak yok.” diye tekrarladı ve bir kahkaha attı. Boynunu arkaya atarak kahkaha atmaya devam etti. Boynunun beyazlığını izliyordum. Gerçek beyazı elde etmeye çalışan bir simyacı tarafından bulunmuşa benziyordu. Çok güzel bir kadındı. Mimiklerine odaklanıp anlattığından uzaklaşıyordum dinlerken ama anlattığını da dinlettiriyordu aynı zamanda. Kahkahasının ağlamaya döneceğini düşünüyordum. Hepimizin yüzünde benzer bir şaşkınlık ifadesi vardı. Sonra birden durdu, düzgünce oturdu ve bana baktı.

“Bu cümleyi bir daha söyleme lütfen. Aynısını kendime iki yıldır ben söylüyordum.” dedi.
“Tamam, söylemem. Söz olsun sana.” dedim.

Ağlamamıştı ama son tepkiden sonra hepimizde aynı ne yapacağını bilmeme gerginliği başlamıştı. Bardaklarımız elimizde, birbirimize bakarak bekliyorduk. Sonra Tolga bardağını kaldırdı.

“O zaman” dedi ve biraz düşündükten sonra “Kurtuluşlara!” dedi. Bardaklarımızı birbirine vurduktan sonra shotlarımızı attık. Gerginlik biraz daha azalmıştı ama hala bir kahkaha tarafından dağıtılmamıştı. Yasemin kollarını birleştirdiği dizlerinden aşağıya sarkıtmış şişeyi izliyordu. Bilge ve Sude gözlerini Yasemin’in ellerine dikmişlerdi ve boş boş bakıyorlardı. Tekrar bir patlama bekliyordum.

Bütün bu ağırlık içerisinde tanıdık bir ses söylemeye başladı. The Beatles – Girl. Arkadaki müziğin hafifliği gerginlikten dinginliğe geçiş için mükemmel olmuştu. Şarkıyla ilgili eski bir anı gözümün önüne geliyordu. Anılarımı o anda çalan veya çalmasını istediğim şarkıyla kodluyordum beynime. John Lennon ilk cümleyi söyledikten sonra şarkının bütün ritmini hatırlamaya başladım. Anımın içine dalmak için ritmin yükseldiği küçük kısmı bekliyordum. Bilge’nin sesi şarkıya odaklanmamı engelledi.

“Bundan sonra Can Kazaz dinleyebilir miyiz?” diye sordu.
“Hangi şarkısını açalım?” dedim beklemeden. Dinginliği sürdürmek için çok güzel bir seçim olurdu.
“Biraz ya da Durum Bu. Ya da sevdiğiniz başka bir şarkısı da olabilir.” dedi. Arkada çalan şarkıyı unutmuştum, zaten anılara gömülecek bir an da değildi. Sonra zaten şarkı bitti ve Burak Durum Bu şarkısını açtı. Bilge bana bakarak eliyle gel işareti yaptı. Bilge bana Attila İlhan şiirlerini anımsatıyordu. Barda otururken birkaç şiir ve Fransa üzerine konuştuktan sonra olmaya başlamıştı bu. Yanına geçtim. Birlikte şarkının bildiğimiz kısımlarına eşlik ettik. Artık gerginlik kalmamıştı. Yasemin, öteki yanında oturan Sude’nin omzuna başını dayayıp gözlerini kapatmıştı. Şarkı bittikten sonra otomatik olarak Kendi Halimde çalmaya başladı. Islıklı giriş keyiflendirici bir hava getirmişti hepimize. Sözler, adamın sesi ve şarkının hafif tınısı çok iyi geliyordu. Sarhoşluğun sınırında gidip geliyordum.

Bu sınırda bile hala düşüncelerimi hafifletemiyordum. Hangi mutluluk gerçekti? Karakterini tanımadığımız insanların yanında hissettiğimiz geçici mutluluk sonraki günlerimizi bırak, sonraki saatlerimizi bile yeterince etkileyemiyordu. Herkesin sessizleşmesi fırsatını kullanarak dizlerimin önünde görünen halıya odaklandım. Figürlerin yoğunluğuna, çizgilerine ve renklerine bakmaktan midem bulanmıştı. Başımı Bilge’nin omzuna yasladım. Saçlarını sağ şakağımda hissettim bir anlığına. Rahat edebilmem için bana doğru yaslandı. Kolunu bir miktar öne götürdüm omzunda kendime yer edindim. Midemin bulantısı halıdan değil de alkoldendi büyük ihtimalle.  Gözlerimi kapattım, başım dönüyordu.