28 Aralık 2017 Perşembe

Kurtarış

-Çok bunalıyorum, birkaç saat yanında uyuyabilir miyim?
İçinde şehvet kırıntısı bulunmayan bu cümleyi kurabilmek için çok düşünmem gerekti. Yanlış anlaşıldığım zamanlar yağmurun altında sığınacak hiçbir yer bulamayan kedi yavrularını çok iyi anlamaya başlıyorum. O yüzden çok uğraştım kendi içimde, sesimdeki şefkat ihtiyacını görüp göremeyeceğini düşünmem saatlerimi aldı. Bu ihtiyacı giderme şansım olan diğer zamanlarda bu kadar merhamet beklentisiyle soramazdım. Çünkü bir olgunun sınırına gelmeden o konuda samimi olmakta zorluk yaşıyordum. Dürüstlük artık bir alışkanlık olmaya başladıkça bu konuda iyice zorlanıyordum.
İsteğimi kabul etmişti ama beklediğim gibi mi olacaktı bilmiyordum. Zemin katta olan evinin salonunda, televizyonun karşısında oturdum. Televizyon sehpasının üzerinde üç koyu renkli bronz heykelcik duruyordu. Biri tam sehpanın ortasında diğer ikisi ona eşit uzaklıkta olacak şekilde iki yanında. Ortada bir griffin vardı. Kartal başlı, aslan gövdeli bu minik heykel beni kısa bir süreliğine hipnotize etmişti. Başımı sola yatırmış, gözlüklerimi işaret parmağımla gözüme yanaştırmıştım. Sol ön ayağını kaldırmış hem selamlayan hem de dur işareti yapan kinayeli bir figürdü. Göz çevresi ve gagasında yakından incelenebilecek detaylar sıktı. Beyaz ahşap üzerinde koyu rengiyle bu koltuğa oturanları ilk karşılayan bu figür oluyordu. Diğer iki figüre bakınca ortaya konulan figürün amacının sadece bir engel belirtmek olduğunu anladım. Tanıdığım iki figür, mitolojik bir öykü söz konusuydu. Andromeda ve Perseus. Solda Andromeda'nın geriye yaslanmış ve sağ elini yukarıya kaldırmış bir heykelciği vardı. İstemsizce elinin gösterdiği yere baktım. Etiyopya seyahati sırasında çektirdiği bir fotoğrafını asmıştı. Yalnız bırakılmış bir fotoğraf olmak diğer yalnız bırakılmaların aksine değerli bir statüydü. O anıyı başka anılarla kirletmeden saklamak anlamına geliyordu bu. Andromeda'nın gösterdiği yerde olmasının bir anlamı olmamalıydı, hikayede böyle bir kısım varsa da ben bilmiyordum. Bir sanatçının heykelinin minyatürü olmalı diye düşünerek Perseus'u incelemeye başladım. Klasik bir tasvirdi, sol elinde Medusa'nın başını tutan çıplak bir figür. Onun üzerine ise Serifos adasında çekilmiş bir fotoğrafını asmıştı. Bu fotoğraf da öteki gibi yalnız bırakılmanın esiriydi. Her obje metreyle ölçerek yerleştirilmiş gibi duruyordu, belki de sahiden öyleydi.
Geldiğinde beni kilitlenip kalmış olarak buldu. Mobilyalar dahil odadaki bütün objeler simetrikti. Ben bile bile oturduğum konumdan dolayı bu simetriyi bozmayan bir obje olmuştum. Önümde küçük bir sehpa vardı, sağımda ve solumda açık gri ikili koltuklar belirli bir açıyla uzanıyordu. Oturduğum tekli koltuk odanın hakimi konumundaydı. Bu koltukta insan kendini buraya ait hissediyordu. Bu düşüncelerimi paylaşacak olmamla vazgeçmem bir oldu. Elinde iki kupayla gelmişti. Önümdeki minik sehpaya kupaları aynı açıyla bıraktı. Eğilmesiyle tişörtünün önü sarktı, göz hizamda olmasının avantajıyla içini karnına kadar görebilmiştim. İçine siyah ve herhangi bir belirleyici çizgisi olmayan ya da benim bu açıdan göremediğim bir sütyen giyinmişti. Sağ memesinde bir sivilce izi vardı. Bu görüntüden bir hoşnutluk duysam da içimde pek bir akım yarattığını söyleyemezdim.
Bardakları bıraktıktan sonra soldaki koltuğun en yakın köşesine dayanarak oturdu. Odanın simetrisini bozuyorduk, onun yerini işgal ediyormuş gibi hissettim. Simetri konusunda takıntılı biri olmamama rağmen bundan rahatsızlık duydum ve sağdaki koltuğun yakın köşesine geçtim. Aslında odaya girdiğinden beri ufak tefek cümleler kuruyordu ama bu büyülenmenin etkisiyle hiçbirine cevap verememiştim. Ben yerime geçtikten sonra hoş geldin dedi.
-Hoş buldum. Hatta çok hoş buldum, salonunu. Simetriyi bozmamak için bu tarafa geçme gereği hissettim. Fark etmişsindir. Böyle daha rahatlatıcı.
-Aynen aynen, fark ettim. Teşekkür ederim ama oturmaya devam edebilirdin. Hah! Ne diyordum, bu kadar yakın oturuyoruz ama uzun zamandır görüşemedik seninle. Anlat bakalım, ne bunaltıyor seni? Bunalıyorum dediğin için yaptım bu çayı ya sana, rahatlatır.
Odaya girdiğinde papatya çayı demlediğini söylemişti, lavantayla da karıştırmış. Neden bunaldığımı nasıl anlatacağımı bilmiyordum, kaynağını bilmiyordum. Ne desem yalan olacaktı. Geçen gecelerde keşfettiğim bir kaynağı söylemek en doğru olanı olacaktı.
-İnsan olmaktan.
Çok hızlı bir cevap oldu, sonrasında biraz durup bekledim. Yüzünde pek bir mimik oluştuğu söylenemezdi ama bakışlarında anlayan bir hal vardı. Ya da ben öyle görmek istiyordum.
-Hareket etmeye başlamak, harekete alışmak, hareketin sonlanması ve sonra aynı şeyin tekrarlanışı içerisinde kaldım bir süredir. Bu süreçler içerisinde kararları verip kendi yönümü belirleyebiliyorum fakat sürecin değişimi benim elimde olmayınca...
Ellerimi iki yana açarak cümlemi tamamlamıştım. Sonra devam ettim.
-Bir rutinin huzurunu arıyorken işim yüzünden sürekli uyum sağlamaya zorlanıyordum. Kendimi sıfırlayıp yeniden kurmaktan sıkılmıştım. Uyandığım saat ve uyku süremin eskiden bir standardı olurdu, yani seninle son görüşmemizde vardı en azından. Artık aynı döngünün içinde hapsedilmeyi kaldıramıyorum. Bu yalnız bırakılmak gibi bir şey.
Anladım demişti ve bunu bakışlarıyla, vücut diliyle belli etmişti. Beni anladığını anladım demese de görüyordum. Tavsiye isteğiyle anlatmıyordum. Sadece biraz merhamet bekliyordum, biraz da birinin beni uyutmasını.
-Yorulmuşsun baya. Gözlerinden ve yüzünden de belli.
Benim kendime yasakladığım bir kelimeydi yorulmak. Bunu söyledikten sonra uzanıp kupasını aldı ve çayını yudumlamaya başladı. Ben de onu takip ettim. Çayın kokusu ve tadını sevmiştim. İlk yudumda beklediğim her şeyi vermişti bana. Gözlüklerim biraz buğulanmıştı ama sonra hızlıca eskiye döndü.
-O kelimeyi kullanmayı kendime yasakladım. Yoksa hayatın geri kalanından kaçmak için bahanem oluyor. Bu da kendimi döngüye hapsetmek demek.
-Aslında bu döngüyü kabullensen rahatlayacaksın. Döngünün içinde olmak seni rahatsız etmemeye, güven vermeye başlayacak. Seni çok iyi anlıyorum çünkü dışarının asimetrikliği karşısında ben de böyleyim, yoruluyorum. Burada anlam buluyorum bir şekilde. Sen de seni zorlayan döngünün dışında anlam bulduğun kısımlar tasarlamışsın hayatın için. Eğer döngüyü kabullenirsen, rahatlayacaksın fakat bu senin kendi başına anlam ifade etmeni yok etmiş olacak.
-Haklısın, döngünün dışındayken anlamım kalmamış olacak. Sadece o döngüde yaptıklarımla anabilecek olacağım kendimi.
Kendimi çıplak hissediyordum. Anlaşılmak istiyordum ama bu kadar anlaşılmak fazla gelmişti bir anda. O hep böyleydi, bunu onu ararken göze almıştım. Çünkü ikimiz, aynı bilmeceleri kullanıyorduk kendimizi savunurken. Bunu tekrar hatırlayınca ortadaki figür anlam kazanmaya başladı. O benim içimdeki griffinin sorduğu bilmeceyi doğru bilmişti. Ben ise tekli koltuktan ikiliye geçerken onun bilmecesini aşmıştım.
Alkollü bir içki barındırıyormuş gibi kupalarımızı birbirine tokuşturduk. Bir süre kendimize ayrılan heykelleri inceleyerek çaylarımızı bitirdik. Perseus'un yüzündeki muzaffer ifadeyi seçebilmeye başlamıştım. Arada bir göz ucuyla onu izliyordum. Dizlerini birleştirmiş, dirseklerini dizlerine dayamış duvarda asılı fotoğrafına bakıyordu. O fotoğrafın geçmişten kurtardığı tek bir anı tekrar hatırlıyor olduğunu düşünüyordum. Döngü içerisinden böyle anlar çalamadığım için onu kıskanıyordum. Dünyadan korkmasına rağmen yaşamayı iyi biliyordu.
Çayım bitince bardağımı kulpu televizyona paralel olacak şekilde bıraktım. O da simetrik olacak şekilde yerleştirdi bardağını. O sırada daha önce görmediğim bir detayla karşılaştım. Krem rengi halının tam ortasında olan minik bir desen. X harfini andıran kahverengi bir martı figürü. Odanın merkezi orası olmalıydı. Benim baktığımı görünce da benimle aynı anda o desene baktı.
-Orası aynı zamanda odanın ağırlık merkezi. Yani ben tekli koltukta oturunca öyle. Bütün eşyaların ağırlığına göre hesapladım.
O anın bilmecesini çözmüştüm. Salondan çıkmam gerekliydi. Hole ve odasına açılan iki kapı vardı. Ayağa kalktım ve odasının kapısına gittim. Sonra dönüp bakınca bardakların ağırlığı bozduğunu fark ettim. Geri döndüm ve bardakları alıp mutfağa bıraktım. Döndüğümde tekli koltukta oturuyordu. Şimdi o da salonda sadece bir objeydi. Gülümsedim ve odasına geçtim. Burada simetri hakim değildi ama bu da başka bir soruyu yaratıyordu. Cevap bulamadım. Arkamdan geldi, elini sağ omzuma koyarak yanıma geçti.
-Neden simetrik olmadığını anlamadım.
Sakin ve gıdıklayıcı bir kahkaha attı.
-Yanlış yerden bakıyorsun da ondan. Bak şimdi.
Yatağı duvara dayalıydı. Üst üste iki yastık vardı. Yastıkları yan yana getirdi ve yatağın ucuna oturdu.
-Gel, uzan.
Söyleneni bir hazineyi keşfetme hevesiyle yaptım. Andromeda heykelinin pozisyonuna benzer bir şekilde geriye uzandı ve sağ eliyle yukarıyı gösterdi. Gözlerim saçlarından ve vücudundan tavana kaydı. Tavanda da vücudu X harfini andıran bir martı figürü vardı. İple asılıydı ve kırmızı renkliydi. O an bilmeceyi çözdüm. Burası, bütün evin merkeziydi. Dirseklerini karnıma yaslayarak yüzüme baktı. Perseus'un muzaffer ifadesiyle gülümsedim.
-Bazı şeyleri çözmek için aceleci davranmamalısın.
-Medusa'nın başını uzatacağımı çözüp ne zaman uzatacağımı çözemedim sadece. Sana sarılarak uyumayı hak etmiş olmalıyım bundan dolayı.
-Çokça.
Yanımdaki yastığa uzandı, sağa döndü. Sağ elini boynumdan enseme doğru götürdü. Ona uyum sağlayacak şekilde soluma yattım. Beni ensemden boynuna yaklaştırdı. Huzurun, konsantre kokusunu burnumda duydum. Altta kalan sol elimi onun çenesine götürdüm, sağ elimi belinin üzerinden sırtına uzattım. O sol eliyle şakağımdaki saçları arkaya götürdü ve bunu saçlarımın kalanına yapmaya devam etti. Parmaklarını derimde hissettikçe aramızdaki hava yoğun bir enerjiyle doluyordu. Merhamet. Nefesinden ve kalp atışından başka bir şey önemli değildi o an. Sonra ilahi bir sarmalamayı andıran sesiyle emretti.
-Uyu canım benim.
Uyudum.
--------------------------------------
Hikayeye göre Andromeda, Etiyopya kralı Cepheus ve kraliçesi Cassiopeia'nın kızıdır. Cassiopeia, Andromeda'nın denizin su perileri olan Nereid'lerden güzel olduğunu söylemiştir. Bunu işiten Poseidon, Etiyopya'yı yok etmek üzere Cetus adında bir deniz canavarı göndermiştir. Kahinler, eğer Andromeda Cetus'a kurban verilirse ülkenin kurtulacağını söyler. Bunun üzerine Andromeda'yı bir kayaya zincirlerler ve canavarı beklerler. Bu sırada pegasusu ile Medusa'yı öldürmekten dönen Zeus'un oğlu, yarı tanrı Perseus bağlı olan Andromeda'yı görür. Canavarı öldürüp Andromeda'yı serbest bırakır. Andromeda'yla evlenmek ister. Düğün, Andromeda'nın eski nişanlısı Phineus tarafından saldırıya uğrar. Perseus, Medusa'nın başı sayesinde saldıranları taşa çevirir. Evlenirler ve birlikte, Serifos Adası'na giderler. Ölene kadar birlikte yaşarlar ve yedi erkek, iki kız çocukları olur. Andromeda öldükten sonra ise Tanrıça Athena tarafından Andromeda takımyıldızı olarak Perseus'a yakın bir konumda göğe yükseltilir.

24 Aralık 2017 Pazar

Ağır ve Adımlı Bir Kilidin Hikayesi

Yeter ki bu gece alın beni kendimden,
Vücut bulmuş bir pazar günü olmayayım
Uyandığımda.
Ağır ve adımlı bir kilit olmaktan yoruldum artık.
Tuttum bir ağaca sarıldım sonra,
Karıncalarını ve yosunlarını paylaştım.
Onu anlıyordum, çünkü
Zihnimde bir mantar gibi çoğalan
Sporlarını bıraktığı yeri işgal eden
Fikirlerim vardı, yosunlarına benzeyen.
Bir ağaç kadar ağır olduğumu hissediyordum böylece.

Annem derdi ki,
Bazı ağaçların ilaca ihtiyacı olurmuş.
Bu ağaçlardan biri de gülmüş.
Ben bir gül tanıdım,
Hayatı boyunca hiç kimse
Gülün üzerindeki yaprak bitleriyle ilgilenmemiş.
Kopardıkları çiçeklerde böcek görünce de
Güle kızmışlar.
Tuttum sarıldım ona da.
Dikenlerini, yaprak bitlerini paylaştım.
Ben ilaçladım, ben üfledim goncalarına
Boğuldum diyerek kovdu her seferinde.
Tek yaprağına bile kıyamadığım çiçeklerini
Beni kovarken dağıttı toprağına.

Annem de dedi sonradan,
Bazı güller severmiş yaprak bitlerini,
Öylece bırakmalıymışız.
Çölü seven insanlara benzermiş o güller,
Çölde pınarlar akıtmak yanlışmış bundan.

Bir insan gibi hata yapmayı öğrendim işte,
O günden beri hiçbir şeyi doğru yapamadım.
Bir pazar günü oluyordum her gece yarısı
Ve kimse almıyordu beni.
Fikirlerim oluyordu,
Çoğalıp dağılan,
Yerleşip yok eden.
Sonra fikirlerim,
Beni bir kilide dönüştürüyordu,
Ağır ve adımlı.
Yaprak bitlerinin bile saklandığı gece yarılarında.

Yoruluyordum ve yoruldukça,
Tohumları ayıklamayı bırakıyordum.
Böylece her adımda daha bir ağırlaşan
Bir kilit olarak ben,
Görmezden gelinmenin hafifliğini kucaklıyordum.
Demek ki
Kimsenin tutmadığı biri olarak
Ağırlığımın da bir önemi yoktu.
Ve bir kilit olarak ben,
Arkası boş kapıları koruyordum anca.
Neyi saklasam,
Neyden saklansam,
Hep güvenilmeyen olmayı başarıyordum.
Hastalıklı bir gül fidanı bile
Benden umudunu kesiyordu.

Paslandıkça anlıyorum gülü.
Ağır bir kilit olarak ben,
Paslanmışlığımı seviyorum.

21 Aralık 2017 Perşembe

Kış Başlarken

Bu gece hatırlansın diye,
Atlarımı güneşe kurban ediyorum.
Zamanı geldiğinde,
Şafağın tanrıçası
Okyanusun dibinden fışkırarak çıkacak
Yolumu aydınlatacak.

Bu gece hatırlansın diye,
Atlarıma kanatlarını takıyorum.
Güneşe doğacak alan açmak için
Geceyi çapraz ateşe tutacağız.
Gözleri karanlığa alışan herkes,
Sığınaklara koşacak.

Ne bir zeytin dalı,
Ne de bir lavanta var gagamın ucunda.
Dünya beynimi oynatan kocaman bir mıknatıs.
Üzerinden aşmam gereken her tepede,
Bir tanrı bekliyor, gergin yayıyla.
Ve hiç vakit olmuyor ağıt yakmaya
Vurulup düşen atlara.

Kış başlarken,
Geceyi sonlandırmak için bir tanrı
Sıcacık yatağından kalkıyor.
Her şafak öncesi,
Bundan soğuyor hava.
Ve yeniden uyanana kadar
Karanlığın azı çoğu olmuyor.
Bu gece hatırlansın diye,
Atlarımı yakacağım diri diri.
Zamanı geldiğinde,
Gün,
Yatağımdan doğrulacak.

17 Aralık 2017 Pazar

Döngü

-Kadın hep birileri onu yazsın isterdi.
 Bir cümle olarak birinin aklında taşınsın. 
 Şimdi yazarı için sadece harfler olarak var kadın.
 Ne bir ses, ne bir yüz görünürde.
 Kutusunda bayatladı kadın,
 Ve ne bir giden, ne de kalan var
 Bu hapsedilmişlik içinde.

Zamanın bize ayrılan kısmında,
Hep aynı döngüdeyiz.
Her şeyin yenisi gelmekte.
Değişmeyen tek yanımız
İbadet etmek için ayırdığımız
Sunaklarımız, parmak uçlarımız.
Yalnız sana, en çok sana.
Çünkü sen sınırlarsın zamanı.
Adak beklersin cümleleri.

Dünyanın yenilişinden, tufanlardan da önce,
Tapılan bir tanrıydın sen, kadın.
Sen uyuyamadıkça,
Uyuyanlara kabus olurdun.
Bir damla kan, avcuna sürülmeden,
Bir güzel söz, diline doğru söylenmeden,
Cezalandırmayı bırakmazdın.

Bu yüzden yenilenişin altıncı yılında, hala,
Akan her kanda seni anıyorum.
Her cümle, senin için var oluyor.

Bir gün yeniden,
En başından yenilenişin
Yani sen hala varken,
Ellerin sadece bir anı değilken,
Gülüşlerin kulağımda,
Sıcaklığın henüz derimin hafızasındayken.
Yani her gece,
Senin için bir yerlerden iyi geceler toplarken.

İşte bir gün yeniden,
Nerede kaldın sorusuna ihtiyaç duymadan
Nerede kaldım o günler hiç bilmeden,
Yani gel demeye bile gerek kalmadan
Gelirsen,
Bekliyorum.
Kulağımda bir deniz kabuğuyla.

16.12.2017

Ellerine

Benim ellerim
Sigarasız düşünülemez,
Seninkiler gibi değiller.

Çenemi eline koymak istiyorum.
Başımı bileklerine emanet etmek.
Bir akıma öncü olmak için
İkimiz,
Eller üzerine bir ülke olabiliriz.
Bir çınar gölgesinde uyuyakalsan
Ağaç seni dalı gibi kabullenir.
Benim gölgemde uyuyakal,
Parmaklarından çiçekler açsın.

Olur olmaz zamanlarda
Bileklerini izlerken buluyorum kendimi.
En güzel yoksunluk,
İşte o zaman vurgun oluyor
İçimin her yerine.

Bileklerin,
Avucumda kelebekler gibi çırpınsın.
Boğazını yumuşatacak kadar
Kalayım bari boynunda.
Aklının köşelerine kaçmış anılardan çıkan
Güçlü bir kabus olayım
Bütün gecelerine.
Uyuma diye,
Uyanma diye,
Hep iki kişilik bir uykuda
Kalalım diye.

15 Aralık 2017 Cuma

İpi Çek

Olur öyle.
Çocuğuna vereceğin ismi değiştirir gibi,
Yüzünün rengini değiştirirsin.

Farklı bakar gözlerin,
Farklı dokunur ellerin.
Kendine veda eder gibi,
Sıcaklığını değiştirirsin.

Bir görü düşer yüzünün önüne,
Yanlış anlaşılmak isterken,
Yanlış anlamaktan korkarsın.
Çekmen gerekir ipi böyle zamanlarda
"Hey oradaki! Sence de anlamsız değil miyim?"
Diye sormak için.
Onaylanmak için.

Olur öyle.
Derini bile değiştirmek istersin.
Ama oradaki sana bu yılanlığı vermemiştir.
Güzel bir hayvan yapmıştır senden,
Şeytana uyana kadar.
Şeytan dilindedir, ağzının içinde.
Oradaki,
Seni bir belaya yormamıştır böylece.
Derini değiştirmek istiyorsan,
Önce şeytanı ağzına almalısın.

Sonuna kadar yanacak bir kibritte
Daha sürtünmeye başlamadan düşen
O sülfür tanesisindir.
Ne ısınabilirsin, ne yanabilirsin artık.
Sığınacağın tek bir yer kaldığında,
Yani işte böyle zamanlarda
İpi çekmelisin.

13 Aralık 2017 Çarşamba

Aydınlık II

Aydınlık I'e köprü

Bir yıldızın ışığı yüzünden gelmişiz buraya.
Atalarımızın takip ettiği nehirlerin aktığı
Bu derin vadiye.
Göğsümüz, kalbimiz için gök kubbe olmuş burada.
Parmaklarımız uzamış aynı yerde durdukça,
Bir ağaç gibi kök salmışız.
Köklerimiz derine indikçe,
Kendi içimiz dışında her şeye
Kararmışız.
Bir tek gelen geçen solucanlara benzeyen
O gezginler,
Biraz biraz aydınlatmışlar bizi.

Bir solucan deliği kadar aralık kapımız.
Bir Aralık ortasında, o kapıdan
Aydınlığa taşan iki damlayız.
Sözlü kültürde yeri var,
Aydınlık misafirperverdir.
Çünkü onu ancak ve ancak
Bütün gücünü
Karanlıktan kurtulmak için harcayanlar bulabilir.

Bütün gece, ezanlar duyulana kadar,
Taştığımız vadinin sınırında beklerler bizi.
Bu bir kaçış değil,
Peşimizden gelmezler, korkma.
Bir yay gibi gerilme öyle,
Ay ışığı altında parlıyorsan çıplak omuzlarından,
Bu şafağın misafirisin,
Özgürsün işte.

10 Aralık 2017 Pazar

Günsel Döngüler

Akşamları çok bunalıyorum anne.
Odam üzerime üzerime geliyor.
Ensemden içeriye binlerce kuş giriyor,
Çıkışları hep küfür.
Akşamları yalnız kalınca,
Çok haklı çıkıyorum annem.
Ne yolumda kuşlar var
Ne de başımın altında bir diz.
Kimseyle paylaşamıyorum içimin yokluğunu,
Akşamları çok bunalıyorum anne.

Çocukken arka bahçede ölen kedileri,
Hatırlıyor musun anne?
Terkedilmiş, hasta ve yalnız.
En iyi onlar anladı beni.
Bir sabahın en soğuk yerinde,
Titreyerek ölen hasta ve yalnız kediler.
Uyuyamıyorum annem.
Çocukluğumdan beri kabuslarımda kediler.
Bir Allah'a bile sığınamıyorum geceleri.
Korkumdan kendi yatağıma sığamıyorum.
Yatağıma bu kadar kediyi,
Sen mi koydun anne?

Anne mahallede incir ağacı kalmadı.
Arka bahçedekini kesmeyelim.
Anne ben gideceğim,
Sırtımda limon yaprağı kokusuyla.
Geceleri duyup da geldiğin sesler,
Kemiklerim ve evin duvarları arasındaki savaşın
Son yankıları.
Hep nar ağacında kesilmedi ellerim annem.
İçimin aynalarını dağıttılar,
Yerden toplarken çok kanattım.
Şiirlerimi çöpe attılar,
Kağıtlar arasında çok çizdim.
Kimi zarif, kimi parça tesirli kesikler.
Ellerimin eski halini
Hatırlıyor musun anne?
.

20 Kasım 2017 Pazartesi

Bölüm 4

-Güzergahlar da değişmelidir.

Yolu yarılamış sayılırdık. Gördüğümüz tek tük arabaların nereden gelip nereye gittiği konusunda tahminlerde bulunarak devam ettik bir süre. Sude bize döndü.

“Geliyorsunuz değil mi siz de?” diye sordu. Bilge’yle ufak bir göz göze gelme sonrasında ikimiz de başımızla onayladık. Sonra Yasemin’i göstererek sordum.

“Alışveriş yapacak bir yerler bulalım lazımsa.” dedim. Anlayıp gülümsedi.

“Dolapta her şey var.” dedi. Bu anlaşmayı seviyordum ama alkolün fazlası efkarlanma getirebilirdi. Onun yerine çay içip sakin sakin muhabbet etmeyi tercih ederdim şu an. Yanımızdan yüksek sesle elektronik müzik çalan iki araba geçti. Bilge bir anda kolumu çekiştirmeye başladı.

“Aaa! Bak bunlar kesin Böcek’ten geliyorlar. Geceyi boş geçirmemek için bir de burada şanslarını deneyecekler bence. Bomboş insanlar.” dedi.

“Aynen. Hatta Instagram’dan da birilerine yazıp duruyorlardır şimdi. Zavallılar.” dedim. Bu tip insanlardan iğrenmemi engelleyemiyordum. Zorlayıcı ve daraltıcı tipler. Yeni nesil magandalar. Bir süre durduktan sonra hiç tanımadığım insanlar hakkında bu kadar kesin yargılara varmaktan rahatsız oldum ve ekledim. “Yine de tam bir yargıya varmamalıyız. Her bu şekilde müzik dinleyen insanın bu özelliklere sahip olması gibi bir kural yok.” Sonra gereksiz ciddileştiğimi fark ettim. “Ama bunlar öyleydi.” diyerek güldüm. Kendi kendime hem hafifleştirip hem ağırlaştırıyordum. Bu dengesiz davranış bana göre değildi ama düşüncelerimin bu kadar dağınık olmasının suçlusu da ben değildim. Ülker ve alkolün etkisi çok fazlaydı.

Bilge benim hakkımda ne düşündüğüne karar verememişti büyük ihtimalle. Bana göründüğü kadar dengesiz davranmamış olabilirdim. Yine de yeni tanıştığım insanlara karşı davranışlarımı ayarlarken daha ince sınırlar söz konusuydu.

“Çok politik konuştun.” dedi Bilge.
“Klasik Sinan işte.” diyerek güldü Tolga.
“Yok be. Sadece farklı ihtimalleri de değerlendirmeyince kendimi rahatsız hissediyorum.” diyerek savundum kendimi. Bu şekilde “olabilir de olmayabilir de” yapısında cümleler kurmayı seviyordum ama bunu hiçbir memnun etme kaygısı taşımadan yaptığımı anlatamıyordum kimseye. Ötekinin çerçevesinden bakmanın hiçbir zararı yoktu.

Başka bir araba daha geçmeden Ülker’i aramak istedim. Ondan önce annemi aramalıydım, gelmeyeceğimi haber vermemiştim. Hala uyumamış ve bekliyor olmalıydı. Aradım ve hafif uykulu, nezaket dolu sesine karşı gelmeyeceğimi söyledim. Daha önce haber vermemem konusunda biraz yakındı. Özür diledim. İki sene öncesine kadar bu yakınmalara karşın kızardım, sert çıkışırdım. Sonra artık annemle birbirimizi kabullenmeye başladık. O oğlunun karakterini değiştirmeye çalışmadan bağrına basıyordu. Ben de annemin huylarını, beklemelerini güzellikle karşılıyordum. Artık dizine yatıp hayatımızın eksiklerinden ve bu eksikliklerin kattığı güzelliklerden bahsediyordum. Annem beni dinlemeyi hep severdi. Cümle kurmayı öğrendiğim zaman karşısına oturtup konuşturuyormuş gibi hissediyormuş böyle anlatınca. Anlatmayı çok seven bir oğula dinlemeyi çok seven bir anne her zaman denk gelmiyor bu dünyada.

Saat Ülker’i aramak için çok geç olmuştu. Yarın daha müsait bir zamanda arasam iyi olacaktı. Kadının üzerimde bıraktığı etki hafiflemişti. Grupta da herkesin susmuş olması kendi düşüncelerimin ipini bırakmamı sağladı. Bazı arkadaş evlerinde misafirden öte oluyoruz. Sude’nin evinde de ben bu konumdaydım. Diğer misafirlerin yataklarını hazırlamak, çayı demlemek, sofrayı kurmak gibi işlerden sorumluydum. Bazı dostlarımızı kendimize dahil ederiz, güvenmeyle gelen bu dahiliyetin içinde koltukta uyuyakalmaların da yeri var. Annem de Sude’yi çok severdi, ev arama aşamasında birkaç gün bizde kalmıştı. Ablamın eksikliğini hisseden annem için bir kız çocuğu olmuştu. Birlikte yapılan kahvaltıların üzerine kahveyi yapıp getirirdi Sude. Üç günde anneme bu alışkanlığı kazandırmıştı. O zamandan sonra birlikte yaptığımız kahvaltıların üzerine anneme kahve yapmaya başlamıştım. Kahvaltı sonrası sohbetlerinde mutlaka arkada televizyon açık olmalıydı ama kimse izlememeliydi. Sadece ses olarak bulunmalıydı ama kimse dinlememeliydi de. Ablamın bize gülümsediği fotoğrafını aramıza alarak günlük konular hakkında konuşmak zamanla olan savaşmamız sırasında unutmamamızı sağlıyordu. Birden ağaçtan düşen yaprağın bir sohbeti bölmesine benzer şekilde bölünde düşüncelerim. Bilge sağ koluma girmişti. Kendini küçük bir açıda yana çevirerek koluma sarıldı.

“Üşüdüm.” dedi. Sesinden üşüdüğü belli oluyordu.
“Sorun yok. Dilediğin gibi durabilirsin.” dedim gülümseyerek. Yürümekte zorlanıyordu ama onun için sorun yok gibiydi. Bozuntuya vermedim. Boyu bana göre kısa kalıyordu ama koluma girmesinde bir sorun yaratmayacak kadar da uzundu. İnce ve düz bir burnu vardı. Küçük ağzı ve yuvarlak yüz hatlarıyla minyon tipli bir kızdı. Herkesin güzel diyeceği biri değildi ama sevimliliği ve samimiyetiyle birilerinin hayatında ışık olduğuna eminim. Yine de birinin koluma girmiş olması beni huzursuz etmişti. Bu durumda o insana rahatsız olduğumu belli etmemek için kendimi fazla kasıyordum. Daha rahat davranmam lazım düşüncesiyle elimi montumun cebine koydum ve dirseğimi kendime doğru yasladım. Bu sayede kendimi kasmama gerek kalmamıştı. Bilge açısını düzeltti ve başını koluma dayadı. Uykusu gelmiş olmalıydı. Neyse ki eve az kalmıştı. Tolga bize bakıp suratına piç bir gülümseme yerleştirdi. Sol omzuma avcuyla hafifçe iki kez vurdu ve önümüzde yürüyen gruba katıldı. Bilge’yle bir şeyler konuşmam gerekiyor gibi hissediyordum ama şu pozisyonda beni ne kadar duyacağından emin olmadığım için susarak yürümeye devam ettim. Eve az kalmıştı.

Bilge koluma girmişken kendi düşüncelerime odaklanamıyordum. Sınırları ihlal edilmiş bir devlet gibi hissettim kendimi. İç işlerime dönemiyordum bir türlü. İki yıl boyunca haftanın üç günü aynı yatakta uyuduğum kadının koluma girmesi de aynı huzursuzluğu hissettirirdi bana. O zamanlar boştaki elimle sevgilimin saçlarını okşayarak az da olsa daha rahat hissedebilirdim. Bu fikirle elimi bilgenin saçlarına attım. Saçları yumuşaktı ve parmaklarımla oynadığımda şampuanının hafif kokusunu saldı. Artık geçmek üzere olduğu için kokunun içeriğini algılayamadım. Bu bana iyi hissettirmişti. Sonra alnını kapatan kaküllerinden ayırıp yüzüne yukarıdan baktım. Bu kadar güzel kirpikleri olduğunu fark etmemiştim şimdiye kadar. Yeşil gözlerinin üzerinde uzun, siyah kirpikler. Hiçbir rimel kalıntısı görünmüyordu, kirpiklerinin doğal hali olmalıydı. Uzun kirpikleri olan kadınlardan bu kadar etkilenmemi anlamıyordum. Sude’ler sağa döndüğü zaman artık karşıma bakmam gerektiğine karar verdim. Onları takip ederek ara sokağa döndüğümüzde Bilge kolumdan ayrıldı. Huzursuzlukla geçmiş de olsa güzel bir yürüyüş olmuştu. Tolga arkasını dönerek tekrar gülümsedi ve sonra Burak’a bir şeyler anlatmaya devam etti. Yasemin ve Sude kol kola yürüyordu. Tekrar sola döndük ve evin bahçe kapısından girdik. Saat gece biri geçmiş olmalıydı artık. Annemi arayıp haber verdiğim için rahattım. Ülker’i düşünmek istemiyordum, yoksa büyüsünden çıkamayacaktım.

Sırayla evin kapısından girdiler. Ben de kapıyı tutarak Bilge’yi buyur ettim. Sonra dar koridorun ışığının altında zemin katta oturan ilkokul çağındaki oğlanın mavi bisikletini gördüm. Jantlarında bizim çocukken taktığımız fosforlu plastik plakalardan vardı. Bu yeşil ve turuncu üçgen plakaları görmek beni çocukça bir neşeye itmişti. İçimin kıpır kıpır olduğunu hissettim. Onlar bir üst kata ulaştığında ben eğilmiş plakalara dokunuyordum. Başımı kaldırdığımda Bilge’nin korkuluktan sarkmış beni izlediğini fark ettim. Bu şekilde daha tatlı görünüyordu. Aşık olunacak bir kadın diye düşündüm. Tabii aşık olmak o kadar kolay olsaydı. Aynı akşam içinde iki kişiden bu kadar etkilenmiş olmama şaşırdım. Bu benim için kolay bir şey değildi. Sonra koşa koşa merdivenlerden çıktım. Aşırı neşe duygusuyla ağzım kulaklarımda Bilge’ye bakıyordum. O korkuluğa yaslanmış beni izliyordu. Sonraki merdivenlere devam ettim. Bilge hala beni izliyordu. Elimi uzattım ve “Hadi!” dedim. Elimi yakaladı ve merdivenleri tırmanırken peşimden sürüklendi. Bir kat sonra kapıyı açmak için anahtarla uğraşan Sude’yi bekliyorduk. Nefes nefese kalmıştım.

Her zamanki gibi durunca hissedilen o nefes nefese kalmışlık yüzünden durmak istemiyordum. Bütün hayatım neşelenip koşturmak ve sonra durunca çökmek üzerine kurulu gibi hissettiğim zamanlar olmuştu.

“Deli.” diyerek koluma vurdu Bilge. O da nefes nefese kalmıştı ve hala elimi bırakmamıştı.
“İnsan durmadan hareketin yoruculuğunu fark edemiyor.” dedim ve neşeyle kocaman güldüm. Hareket halinde olmak benim için kokaindi. Sonraki sabah yaşanılan düşük hal, bende durunca oluyordu.

Sude kapıyı açtı ve hep birlikte içeri girip ayakkabılarımızdan kurtulduk. Burak ve Sude terlik getirmek için gittiğinde Yasemin’in gözlerinin kıpkırmızı olduğunu fark ettim. Yolda da ağlamaya devam etmiş olmalıydı. Bilge de fark etti, elini Yasemin’in beline atarak sarıldı ve oturma odasına doğru neredeyse sürükleme sayılabilecek bir hızda götürdü. Tolga’yla peşlerinden gittik. Hepimiz yerleştikten sonra Burak ve Sude’de geldi. Herkes Yasemin’i izliyordu. Bilinçsizce anlatmasını bekliyorduk. Tolga’yla birlikte ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyorduk. Birden ayağa kalktı, ayağında Sude’nin pembe peluş terlikleri ile pudra pembesi gömleği mükemmel bir uyum yakalamıştı.

“Hadi biz erkekler çay koymaya gidelim.” diyerek Yasemin’i bile güldürdü. Ortamdaki ağır kasvet gülücük sesleriyle yok oldu. Gülerken yayılan ses dalgalarının özel bir yapısı olup olmadığı araştırılmalı diye düşündüm.

Mutfağa gittiğimizde çaydanlık altına su doldurmaya başladım ama Burak dolabı açıp küçük tekila şişesini çıkardı.

“Sahiden çay içeceğimizi mi sandın?” diyerek güldü. Sonra birbirimize bakarak üçümüz de gülmeye başladık. Bir yandan da sesimizin içeri gitmemesini umuyordum. Sonra suyu kapadım ve çaydanlığı bıraktım.
“Öyle desene abi ya.” diyerek bana uzattığı şişeyi aldım ve mutfak tezgahına bıraktım. Birkaç tane limon çıkardı ve kesme tahtası üzerinde dilimlemeye başladı. Tolga mutfak dolaplarını kurcalıyordu. Arkamı tezgaha dayayıp biraz onun başkaları tarafından garipsenebilecek bu davranışını izledim.
“Ne arıyorsun?” diye sordum.
“Shot bardağı.” dedi.
“Onlar içeride, git Sude’den iste de yıkayalım.” dedim. İçeriye doğru gitti.
Üst dolaptan tuzu çıkardım ve küçük bir tabağa döktüm. Bunu o kadar çok defa tekrarlamıştık ki artık konuşmadan bir görev paylaşımı yapılıyordu aramızda. Burak limonları kesmeyi bitirince tuz tabağını da alıp içeriye gitti. Tolga bardakları getirince şişeyi ona verip gönderdim. Buzluktaki buz poşetlerinden birini derin bir çanak içerisine boşalttım. Bardakları yıkayıp buzların üzerine yerleştirdim.

Tekila içmeye hazırlanmak neşelendiriyordu. Dolaptan salatalık turşusunu çıkarıp kesme tahtasında birkaç tanesini ince ince dilimledim. Bu kendime özel hazırladığım bir mezeydi ama her zamanki gibi atıştıranların kurbanı olacaktı. Buzların olduğu çanağı ve turşuları alıp içeriye geçtim ben de.

Ortadaki kısa masanın üzerini boşaltmışlar ve yerleştirmişlerdi. Tolga ve Bilge şişeye aşkla bakıyordu. Bu da ritüelin bir parçasıydı aslında. Sude Yasemin’i dürttü.

“Bak şimdi.” dedi. Beni gösterdi parmağıyla. Elimdeki tabakları bıraktım. Tolga’nın bardakları tuza bulayıp düzeltmesini bekledim. Masadan şişeyi aldım ve ellerimi iki yana açtım.

“Ve yüce tanrı Olmeca, mavi sabır otunu tattığı anda ‘ya şöyle limon mimon bir şey yok mu?’ demiş.” dedim. Normalde ciddiyetle devam etmem gerekirdi ama biraz daha neşeli olmamız gereken bir andaydık. Tolga, Burak ve Sude gülmekten kendilerini yerlere attılar. Yasemin ve Bilge de eğlendi fakat önceki girişi bilmedikleri için diğerleri kadar tepki vermemişlerdi. Şovumu bitirdikten sonra kapağı açtım ve bardaklardaki tuzu gidermeden doldurdum. Benim doldurduklarımı Tolga dağıtıyordu. Güzel bir başlangıç olmuştu ama gecenin ve alkolün getirdiği klasik efkar noktasına varacaktı mutlaka. Doldurmam bittikten sonra dizlerimin üzerine oturdum. Herkes limonunu ve bardağını aldı. Tuzlarımızı yaladık ve kocaman bir “Şerefe!” ile birlikte ciğerlerimizi boşaltıp ilk shotlarımızı attık.

Tekilanın boğazdan ilk geçişini seviyordum. Boğazımdaki bütün sinir hücrelerimin önce buz gibi bir sıvıyla temas edip sonra üzerine aldığım nefesle alev alışını seviyordum. Gerçekleşen bütün kimyasal tepkimelere teşekkür ederek limonumu yedim. Bardaklarımızı masaya bıraktık. Tolga yine başka insanlar tarafından garipsenecek hareketler yapıyordu. Olmayan bir müzik eşliğinde oturduğu yerden dans edecek kadar neşeliydi. Yasemin de onu izleyerek eğleniyordu. En azından gülüyordu artık. Bardakları buzun içerisine tekrar yerleştirdik. Sude telefonunu çıkardı ve müzik listesini kurcaladı. O an aklıma telefonum ve internete bağlanmış olduğu geldi. Cebimden çıkardığımda ışığı yanıyordu. Birkaç arkadaştan konuşmaların devamı olarak gelen mesajlar, annemden bir yoklama mesajı, topluluklardan ve arkadaş gruplarından gelenler. Ülker’den mesaj yoktu. Saat 01:44 olmuştu. Bu gecelik bütün merakımı arka plana atabilirdim. Sessize aldım ve ters çevrili şekilde yandaki masanın üzerine bıraktım. Diğerleri üstlerini çıkarmıştı. Bir tek ben ince baharlık montumla oturuyordum. Tekilanın da etkisiyle iyice sıcak basmıştı. Oturduğum yerde çıkardım ve arka koltuğa salladım. Sude ortamın neşesini azaltmayacak bir şarkı açtı. The Neighbourhood – Sweater Wheather. Belirli kısımlarına sessizce eşlik etmeye çalıştık. Tolga’nın oturduğu yerden kollarıyla yaptığı danslarda hepimiz eğleniyorduk. Bazen Bilge’nin beni izlediğini hissediyordum ve başımı kaldırıp kocaman gülümsüyordum. Sonra karışık şekilde çalmakta olan listeden Nazan Öncel – Bırak Seveyim Rahat Edeyim çalmaya başladı. Eski ve ağırlaştırıcı bir şarkıydı. Sude değiştirmek için telefona uzandı fakat Yasemin onu durdurdu.


“N’olur dinleyelim.” dedi. Sude omuzlarını silkti ve telefonu geri bıraktı. Nazan Öncel’in acıtıcı sesini duymaya başlamamızla Yasemin’in yüzünün düşmesi bir oldu. Gözlerinin etrafı bir anda kararmış gibiydi. “Senin geçtiğin yollardan yalnızlık çıkar gelir.” kısmından sonra hıçkırmaya başlamıştı.

12 Kasım 2017 Pazar

Bölüm 3

-yalnızca yan yana uzanan raylar kavuşmaz.

Bakiyemin yetersiz olmasına teşekkür ederek kartımı doldurdum. Treni beklerken ve öncesinde o sarılmayı aklımdan çıkaramadım. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi sarılmıştık. Aklıma gelen bütün cümleleri not almak istiyordum. Ülker’le konuştukça beynim üretmeyi durdurmayacaktı. İbrahim Tenekeci’nin şiirinin tamamını veya adını hatırlayamıyordum ama son üç dizesi sürekli tekrarlanıyordu kulaklarımda.

“Eline sağlık Tanrım, leyla çok güzel olmuş.
Tanrım eline sağlık, dünya da çok güzel olmuş.
Keşke biraz ölmesem.”

Cüzdanımdan numarasının yazılı olduğu kağıdı çıkardım. Son 7 haneyi ilk bakışta ezberlemiştim, operatörü belirten 500’lü numarayı hatırlayamıyordum sadece. Telefonuma numarasını yazdım, isim olarak aklımdan binlerce ihtimal geçiyordu. Sonra gerçek isminin hepsinin üzerinde bir anlama geldiğini fark ettim. Ülker. Kaydettikten sonra altta çıkan sms gönderme ibaresine tıkladım. Dizeleri sıraladım ve göndere bastım. Umarım hala sms kullanıyor olmama takılmaz. İnternet kullanım hakkım kalmış olsa uygulama üzerinden gönderebilirdim. Hatta bütün sosyal medya platformlarından adını yazıp bakardım. Neleri sevdiğini öğrenmiş olurdum en azından.

Heyecandan buluşulacak mekanın hangisi olduğunu unutmuştum. Arayıp tekrar sormam gerekiyordu ama o doğum gününe gitmek yerine kordona çıkıp orada rastgele gruplarla tanışmak istiyordum. Onlara hikayeler uydurmak istiyordum. Sanki doğduğumda kaybettiğim bir neşeyi geri kazanmıştım. Bütün düşüncelerimi trenin rüzgarı dağıttı. Çok da uzun sürmeyecek bu yolculukta Camel – Mystic Queen dinlemek için kulaklıklarımı hazırladım.

İlk vagonda yerimi aldım. İnsanların yüzlerinden ve yorgunluklarından künyelerini çıkarmaya çalıştım bir süre. Sonra kendi içime doğru 5 dakika 37 saniye boyunca çekildim. Gözümü kapattığımda gördüğüm kadının ışıltısı, şehrin ışıklarını izlememi gereksiz kılıyordu. Mutluydum.

İndiğim zaman hayatımın en tanıdık havası beni karşıladı. Nemi hissedebiliyordum. Koklayabiliyordum. Turnikelerden geçerken yaşlı gar binasına baktım. Artık bağlantı kapısı kapalı tutuluyordu. Açık olduğu zamanlar orada durup yağmurdan kaçışan insanları izlemek büyük bir zevkti benim için. Ülker’i düşünerek ezbere bildiğim yolda insanlarla birlikte ilerledim. Gökyüzü temizdi. Ay küçülüyordu, bazı adlarını bilmediğim yıldızları seçebildim. Gardan çıkıp sola dönünce yüzlerce anının saldırısına uğradım bir anda. Yaya geçidine varana kadar bu anılar arasından en sevdiğimi seçmeye çalıştım. Yayalar için yeşil yanmasını beklerken bir uçağa yetişme anısını yakalayabildim. Biriyle koşa koşa gara gidiyorduk, yolun ortasında şalını düşürmüştü. Vızır vızır geçen arabalar arasında geriye dönüp yerden almış ve ona vermiştim. Anıyı daha derin düşünemeden yeşil yandı ve karşıya geçtim. Bornova Sokağı’ndan geçmek yerine katlı otoparkın yanından Kıbrıs Şehitleri’ne çıkmaya karar verdim. Sokağa vardığımda hangi mekanda olduklarını sormak için arayacaktım.

Eskiden dershanelerin olduğu binaların önünden geçtim. Çok daha eski anılar seçme için gözümün önüne geldi. Belki de artık bu eskiyle karşılaştırmaları bırakıp o an orada olan şeylere bakmalıydım. Çünkü her şey değişiyordu. Bu değişimlerin içinde sanki önüne bakarak yürüdüğüm kaldırımlardaki çökmeleri ezberlemişim de kaldırımı yenilediklerinde hayal kırıklığına uğramışım gibi hissediyordum. O kaldırım çatlaklarıyla güzeldi.

Sürekli tabelası değişen dükkanların önünden geçtim. Sola dönmem gereken yerde döndüm. En azından aynı kalan bazı sokaklar vardı. Sahile doğru yürüdüm. Önce sağ sonra sol sonra tekrar sola dönmem gerekiyordu. Salı günleri sokak çok dolu olmazdı rahat rahat yürüme şansım vardı en azından. Sokağın başına geldiğimde bir anda ünlenmiş ama benim yıllardır bildiğim pastanenin önünde durup Burak’ı aradım. Daha önce gitmediğim ama kocaman tabelası sayesinde ismini sürekli gördüğüm bir barda olacaklarını ve geçip bizimkilerin yanına oturmamı söyledi. Saydığı isimlerin arasında sadece birini tanıyordum. Üniversitede iki ya da üç alt dönemim olan Tolga adında bir çocuktu. Mezun olacaktı artık bu sene, çok yardımım dokunmuştu ona. O da bana kıymetli bağlantılar kazandırmıştı. En azından sevdiğim birkaç kişi olacaktı ortamda. Bu beni bir miktar rahatlatıyordu. Bir an önce her şeyi bitirip Ülker’i aramak istiyordum.

Yürürken yine sürekli değişen tabelalar ve insan yüzleriyle karşılaştım. Uzak birkaç tanıdıkla karşılaştım. Küçük bir gülümseme ve başımı eğerek selam veriyordum böyle durumlarda, insanlar da buna uyum sağlamıştı zamanla. Durup konuşmuyorduk çoğu zaman ve bu daha samimi geliyordu birkaç tane yapmacık soruya göre. İnsanların hayatımdaki yeni şeyleri öğrenip sonra beni de tanıyan eski tanıdıklarıyla buluştuklarında geçen gün Sinan’ı gördüm, şöyle böyle yapıyormuş artık şeklinde konuşmalarına gerek yoktu.

Beş dakika içerisinde masada oturuyordum. Kısa bir tanışma faslından sonra Tolga’yla genel bir muhabbetinin içinde buldum kendimi. İlgili olmamasına rağmen birkaç sahneme gelmişti arkadaşlarıyla. Eğlenmeyi bilen bir çocuktu. Oturduğum taburenin tam karşısında ayna vardı, loş ışığın altında kendimi izlemek zorunda bırakılıyordum. Kısa ve daralan bir yüz, düz ve küçük açık kahverengi gözler, yüzümün arkasına doğru kalınlaşan yanaklarımdan fışkıran simsiyah sakallarım. Çirkindim. Saçlarımı iki hafta önce kısaltmıştım ve neredeyse düz duruyordu. Kendimi izledikçe özgüvenim hızla aşağılara iniyordu. Ülker bana numarasını nasıl vermişti anlamıyorum, üstelik istemeden. Pişman olmuş olacaktı ki hiçbir şekilde dönüş yapmamıştı.

Dizelerin sonuna sadece İbrahim Tenekeci yazdığım için ben olduğumu anlamama ihtimalini düşünüyordum. Başka kimden şiir bekliyor olabilirdi ki? Bir kadın iki erkekten şiir bekliyorsa kendini şanslı sayabilirdi ama bu hikayenin erkek kısımları için can yakıcı olurdu. Ben canımın yanmasından korkmuyordum, bu yüzden her savaşı kazanabilirdim. Bir mesaj daha atıp adımı söylese miydim? Numaramı kaydedip uygulamadan baksa bile profil fotoğrafımdan tanımazdı beni. Ülker’in yanındaki anları düşünüp duruyordum. Mevzu kendim olunca bu imkansız gibi görünen bir durumdu ama şu an olmaktaydı. Bir süre sonra geçer herhalde diyerek kendimi avuttum. Masada arada bir gözüme batan bir parıltı vardı. Üçüncü batışında anca dikkatimi çekmişti. Başımın etrafındaki yoğunluğu delmeyi başaran beyaz ve rahatsız edici bir ışık. Adı, yanılmıyorsam, Yasemin olan kızın saatinden yansıyordu. Masaya dönmem gerektiğine karar verdim. Böyle oturmalar en sevdiğim anlardı. Müziği sesi yüksek değilken konuşabilmek istiyordum insanlarla. Yaşça küçük insanlarla iletişim kurmakta zorlandığım zamanları hatırladım. Kendimi fazla tecrübeli gördüğüm dönemlerim artık anlamsızlaşıyordu. Konuşma isteğiyle ana muhabbeti kovalıyordum. Birden sessizlik oldu.

“Sen neler yapıyorsun? Gerçi Tolga biraz bahsetti ama senin kadar güzel anlatamazmış. Öyle diyor.” dedi Bilge. Üstüne tatlı bir gülümsemeyle cümlesini tamamladı. Masada, Tolga dışında, isminden emin olduğum tek kişiydi çünkü tanışırken diğerlerine göre daha sert el sıkışmıştık. Tolga beni övmüş olmalıydı. Böyle şeyler ikimiz arasında konuşulmadan planlanırdı. Masadaki en uygun kadının ilgisini çekecek yönlerimizi ortaya çıkaracak şekilde tanıtırdık birbirimizi. Bugün bu manada hiçbir şey düşünecek halim yoktu.

“Tolga ne anlattı bilmiyorum.” Aslında biliyor sayılırdım. “Ben baştan anlatayım en iyisi. Tolga’yla aynı bölümden mezun oldum üstüne aynı yerde yüksek lisansımı yaptım. Şimdi boştayım. Gidiş yolu belirlemeye çalışıyorum kendime.” Bu kadar. Hikaye anlatma konusuna girmek istemiyordum. Bu farkında olmadan kendimden çok bahsetmeme neden olacaktı. Ben konuyu daha soyut yerlerde tutmak istiyordum ama büyük ihtimalle Tolga çoktan konuyu buraya getirmişti. İyiymiş anlamına gelen ufak bir baş hareketiyle karşıladı cümlemi. Sonra sağ elinin işaret parmağını kaldırıp söz isteyen bir öğrenci havasıyla sordu.

“E hikaye anlatıyormuşsun sen. Tolga bize öyle söyledi ama ayrıntıya girmedi. Seni bekliyorduk.”

“Evet öyle bir şey var. Zaten belirlemeye çalıştığım konu da tam olarak o. Akademiye odaklanmak mı yoksa zamanımı yazmaya ve okumaya ayırmak mı, seçemiyorum.” dedim. Bunu kime söylesem beni yazmaya ve okumaya yönlendirmeye çalışıyordu. Başka insanlar için tercih yapmak çoğu kişiye çok kolay geliyordu. Yapmak istediklerimiz için başkalarını motive edip gerisine bakmıyorduk. Karşımızdaki insanın başkalarının fikirlerine ne derecede önem verdiğine göre konuşmamız gereken durumlardı bunlar.

“Seçim yapmak benim için her zaman çok zor oluyor. Seni hayal bile edemiyorum. Üstelik hayatının geri kalanını etkileyebilecek bir şey. Mantıklı yaklaşırsak, sanatınla ilgilenirsen istediğin anda dönüş yolun açık oluyor ama doktoraya başlarsan bu daha zor bir karar olacaktır.” dedi.

“Haklısın ama başladığım şeylerden vazgeçmek benim için yorucu oluyor. Bir değişimle karşılaşmayı bekliyorum karar vermek için.” dedim. Aslında karşılaşmıştım da, ama bu masada bundan bahsetmeme gerek yoktu.

“Nasıl bir değişim?” diye sordu Bilge. Konuyu kendimden uzaklaştırmak için kullanabileceğim bir soruydu bu.

“Bazen içinde bulunduğun atmosferin değiştiğini hissedersin ya. Normal Koşullar Altında’daki normal koşullar artık farklı olur. Şarabın içindeyken kendini sirkenin içinde bulmak gibi.” Normal Koşullar Altında isimli bir hikaye yazmak istedim kurduğum cümleden sonra. Unutmamak için not almalıydım. Telefonumdaki not uygulamasını açtım, şarjım olduğu zamanlarda kağıtlara gerek kalmıyordu. Cümlemi yazıp dinlemeye geri döndüm. Cümlemi bitirdikten sonra sindirilmesine izin vermiş oldum böylece.

“Çok güzel betimledin.” dedi isminin Yasemin olduğunu düşündüğüm kız. Yüzü hiç yükü yokmuş gibi mimiksizdi. Önündeki bira altlığıyla oynamaya devam etti sonra.

“Yasemin’di değil mi?” dedim. Başını evet anlamında salladı. Gülümsedim. Bütün çirkinliğimle konuşmayı başlatmıştım. Sonra Tolga’nın yanında oturan Mert isimli çocuk konuşmaya başladı.

“Değişimler ilk adımı atmak için ideal zamanlardır. Akımı yakaladığın an tutunursan uyum sağlamak çok kolaylaşıyor.” dedi. Akşamki değişime direnme fikirlerime kapıldım yeniden. Cevap vermek için öne doğru eğilmişken Burak ve Sude geldi masaya. Doğum günü kızı için ayağa kalktım. Hayatımın bir dönemini bütün detaylarıyla bilen insanlara karşı verdiğim değeri ancak sıkıca sarılarak gösterebiliyordum. Yanımda olmuş ve ileride yanımda olacağından emin olduğum insanlara karşı tükenmeyen minnetler duyuyordum. Doğum gününü kutladım, teşekkür etti. Sonra aynı seremoniyi sırayla masadaki herkesle tekrarladı. Yasemin’e daha içten sarılmıştı, bunca yıl sonra bunu kestirebiliyordum. Benim Sude için düşündüklerimi o da Yasemin için düşünüyor olmalıydı. Hiç bahsetmemişti bu kızdan.

İnsanları izlemeyi bıraktığımda Burak’la günlük hayat sohbetine daldım. Sonrasında bilindik doğum günü olayları, üç yetmişlik fıçı bira, eşlik edilen şarkılar ve gidilen bar tuvaleti oldu. Şarkı aralarında ve bazı şarkılarda Bilge’nin üzerine oynamaya çalıştım. Saat 23:00’a doğru Mert kalktı, sonra isimleri hiç aklımda kalmayan iki kız kalktı. Sude, Burak, Tolga, Bilge, Yasemin ve ben kalmıştık. Sahnedeki grup ara verdiğinde kendi düşüncelerime dönebilmiştim. Ülker’i aramak istiyordum. Annem arayıp eve çağırsın da yol boyunca Ülker’le telefonda konuşayım istiyordum. Burak son trenin saatini kontrol ediyordu. Bunu bahane edip kaçabilirim diye düşünürken başını kaldırıp sordu.

“Yasemin sizde mi kalacak?” dedi Sude’ye.
“Evet.” dedi Sude. Sonra “Hep birlikte bize gidebiliriz isterseniz.” diye bir öneri attı ortaya. Bunun üzerine Tolga bana bakıp gülümsemeye başladı. Yüzündeki bu muzip ifadeyi daha önce birkaç defa daha görmüştüm. Sonu eğlenceli biten gecelerin dönüm noktalarında hep yapardı bunu. Öneriye hepimiz onay vermiştik. Gidersem Ülker’i aramak için bir şans bulmam zor olabilirdi. Onu aramak istiyordum ama saatlerdir mesajıma cevap vermemiş olması numarayı yanlış girme ihtimalimi aklıma getirdi. Düşüncelerin izlediği yol sonunda bir duvara çarpmıştı, ya numarasını bilerek yanlış verdiyse?

Bu ihtimalin korkunçluğu yüzüme yansımış olmalıydı. Yüzümde dehşete kapılmış bir ifadeyle etrafıma bakarken Bilge’nin bakışlarını yakaladım. Ne oldu anlamına gelen bir baş ifadesiyle birlikte sessizce “Ne oldu?” diye sordu.  Ellerimi iki yana kaldırarak “Bir şey yok.” dedim. Benim için garip bir andı.

Tekrar müzik başlamadan masadaki kızlar topluca tuvalete gittiler. Bu alışkanlıkları hakkında daha önce hiç düşünmemiştim. Konuşulacak bir şeyleri var gibi geliyordu sadece. Tolga’ya döndüm.

“Ben gelemeyebilirim, kafam yerinde değil pek.” dedim.

“Abi saçmalama.” dedi. “Bu fırsatı kaçırman beni bile üzer.” diyerek gülümsedi.

“Sen merak etme ben notlarımı aldım.” diyerek güldüm ben de. Sarhoşluğun etkisiyle fazla gülmüş olmalıydık ki Burak ters ters bakmaya başladı.

Sonra her şey çok hızlı gelişti. Kızlar masaya geldiler. Yasemin’in gözleri ağlamış gibiydi. Sude bize dönerek kalkmamız gerektiğini söyledi. Sorgulamadan hesabı ödeyip çıktık mekandan. Aklımda ne oldu acaba sorusu vardı ama soracak kadar samimi değildim Yasemin’le. Sonra bir ara Sude’den öğrenirdim. Trene doğru gidiyorduk ama Buca’da otobüs bulamayacaktık bu saatten sonra. Eve dönmek demek fazla masraf olacaktı benim için. O yüzden toplulukla kalmaya ya da bu olaylın sonrasında dağılacaksak Tolga’ya gitmeye karar verdim. Treni beklerken ve yolculuk boyunca Sude ve Burak, Yasemin’e bir şeyler anlattılar. Sakinleştirdiler ama trenin tepe ışığı altında yüzünde ve yanaklarındaki gerginlik belli oluyordu.

Bütün insanlar için güzel olabilecek bir yüzü vardı. Düz ve uca doğru yükselen simetrik bir burnu vardı. Burnunu sol burun deliğine takılı ince ve koyu renk hızmasıyla tamamlamıştı. Kaşları orta kalınlıkta alınmış ve neredeyse sarıydı. Kirpikleri uzundu. Ağlamaktan gözlerinin beyazı neredeyse kaybolmuştu ama bu nemlilik yeşil gözlerini daha da ortaya çıkarmıştı. Aklımda kırmızı halının üzerindeki yeşil cam bir meşe benzetmesi geldi. Oyunu oynayan bütün çocukların aklında eğer o meşeyi kazanırsa ölene kadar saklayacağım düşüncesi oluşturabilirdi Yasemin. Saçlarında sık dalgalar vardı, kıvırcık denilebilirdi. Şakaklarında neredeyse beyaza yakın bir renkle başlayan saçları, arkaya ve tepelere doğru gittikçe daha koyu ve kendine has bir sarıya dönüşüyordu. Omuzlarını kapatan bir koyu yeşil çiçekli beyaz bir bluz giymişti ama uzun boynu seyretmek için açıktı. Koyu kırmızı kabanının düğmelerini bağlamamıştı. Bluzunun bittiği yerde başlayan dizlerine kadar dökülen lacivert kadife bir etekle kendini tamamlamıştı. Altında kısa topukları olan bir ayakkabı vardı. Bu kadar incelediğime inanamadım. Konuştuğumuz anlar neredeyse hiç etkilenmediğim bir kadındı, bunun Ülker’in bıraktığı etkiyle de ilgisi olabilir. Yine de şu an, trenin aydınlatmasıyla gözlerimi ondan alamıyordum. Hepimiz ayakta ve kapı önündeydik. Üçü bir konu, Bilge ve Tolga ayrı bir konu konuşuyordu. Ben kapının sağındaki cama yaslanmış onları izliyordum. Bu gecenin hatırlanası bir gece olduğuna karar verdim.

Trenin etrafını duvarlar almaya başladı sonra mekanik bir ses “Sonraki durak Şirinyer.” dedi. Camın dışı tamamen karanlık olduğunda ise camdan Yasemin’i izlemeye başladım. Bir dakikadan kısa bir süre sonra yürüyen merdivende Bilge’de aslında klavye çaldığını ve benim içinde bulunduğum ikileme benzer bir durumda olduğundan bahsetti. Fransızca Öğretmenliği okuyordu ve son senesiydi. Geçen seneye kadar birçok rock grubuyla birlikte çaldığından ama artık okulu bitirmeye kararlı olduğunu anlattı. Bir yaş küçüktü benden, kendi geçimini sağlamaya başladığı için okulu uzatmayı hiç kafasına takmamıştı. Konuşması bitince ben başladım.

“Bu yaşlar önem sıralamamız üzerinde değişiklik yapmamızı gerektiriyor. Yıllardır bize söyledikleri hayata hazırlanmak vesaire şimdi az çok anlam kazanıyor işte. Bu ayrımlarla ilk karşılaştığında oturup beklemek istiyor insan sadece.” Havanın soğukluğundan omuzlarımda minik bir titreme hissettim. Sonra devam ettim. “Kararı ertelemek de aslında hiçbir işe yaramıyor. Biri çıkıp yol göstersin diye bekliyorsun sadece. Kaçıyorsun yani.” Yan yana yürürken başımı eğip yüzüne baktım, sonra ellerimle yüzümü göstererek “Söyleyene bak.” dedim. Eğlenmişti, güzel bir kahkaha atıp elime dokundu.

“Seninle bir ara oturup uzun uzun konuşalım mutlaka.” dedi.


“Seve seve.” dedim ama her oturup uzun uzun konuşmak isteyenle bunu yapsaydım, kendime ayıracak zamanım kalmazdı. Çok da hevesli olmadığım konularda hevesli görünmeyi seviyordum. Altı kişi yürümeye devam ediyorduk. Kimse farklı bir yere gitme konusunu açmıyordu. Sude’nin evinin sokağına döneceğimiz zaman her şey belli olacaktı büyük ihtimalle. Saatin kaç olduğunu merak ederek telefonumu çıkardım. 00:46. Ülker’i aramayı unutmuştum. O kadını aramayı unutmak benim için affı olmayan bir suç olarak görünüyordu. Belki uygulama üzerinden mesaj atmıştır düşüncesiyle kendimi avutuyordum. Sude’nin evine gidip internete bağlanınca görecektim en azından.

10 Kasım 2017 Cuma

Bölüm 2

-kitaplar her kapıyı açan anahtarlara benzer.

Yolculuğum 18:00’dan sonra 15 dakika sürüyordu. Keşke yolda trafik olsa düşüncesi ile karşı çaprazındaki ters koltukta arkama yaslandım. Kulaklığımı takıp Three Days Grace – Riot dinlemek istedim. Bu damarlarımdaki sol yumruklarını kaldırmış slogan atan kan hücrelerini sakinleştirebilirdi. Şah damarıma barikat kurmuşlardı, düşünemiyordum. Elli kişinin karşısında hikaye anlatırken bile bu kadar heyecanlanmamıştım, birine vurulmak, şiir okumaya da benzemiyordu. Vurguyu nerede yapacağının önemi hiç yoktu. Sabaha kadar kahve içip konuşmak istiyordum. Bunu elde edemesem bile etme şansı doğurmam lazımdı kendim için, tam şu an, konuşarak. Kadının okuduğu kitabı biraz sıkılarak ama sonunda beğenerek okuduğum dışında hiçbir ayrıntısını hatırlamıyordum. Ben ufacık bile olsa bir ayrıntı hatırlamaya çalışırken otobüs benzin istasyonu durağına gelmişti, yolun yarısı demek. Erken inmesinden ya da benim ineceğim durakta inmemesinden çok korkuyordum. Bu korku içimde bulunduğum ortamı terk etme isteği doğurdu. Derinden bir ses yükseldi, “Hatırla!”

“Gezi parkı.” dedim. Hatırlamıştım ama dilime hakim olmayı unutmuştum.
“Efendim?” dedi. Sesinde “yine mi sen” havası vardı biraz.
“Kitap, gezi parkı olayları ve sonrasındaki bir cinayeti anlatıyordu değil mi? Okuyalı uzun zaman oldu unutmuşum.”
“Evet evet. Renkli bir kitap, çok fazla hayata dokunmuş Ahmet Ümit.”
“Müsaadeniz varsa size bir kitap da ben önereyim.”
“Elbette, buyrun.”
“Mine Kırıkkanat’ın az bilinen bir kitabı var. Sinek Sarayı. Küçük bir kitap ama o da farklı hayatlara dokunuyor. Renkli bir apartman anlatılıyor kitapta.”

Bu kadar rahat konuşabilmeme şaşırmıştım. Konu kitaplar olduğunda konuşmaktan aldığım keyfi gizleyemiyordum. Önerdiğim kitabı unutmayıp alırsa, bir daha göremesem bile mutlu olacaktım. Kitabın adını unutmaması için biraz daha bahsetmem gerektiğini düşündüm. Ben bunları düşünürken çantasını karıştırmaya başlamıştı. Üzerinde bir orman ürünleri şirketinin logosu bulunan küçük bir defter çıkardı. Sol dizine bırakıp aramasını sürdürdü. Kalem arıyordu galiba. Pantolonumun sol cebinde taşıdığım kurşun kalem aklıma geldi. Cüzdanımda, masamdaki küp not kağıtlarından aldığım kağıtlar ve cebimdeki bu kalem çoğu zaman hayatımı kurtarmıştı. Bir anda kendimi bulduğum şehirlerde, uyum sağlayamadığımı hissettiğim anlarda, bir masaya yerleşip tek kıtalık şiirler yazmamı sağlayan gereçlerimdi bunlar. O an bu kadının benim kalemimle not almasını istedim. Düşüncelerinden kağıda akan her cümleyi dev puntolarda bastırıp gökyüzüne asabilirdim. Kalemimi bir kılıcı kınından çıkarıyor havasıyla cebimden çıkardım. Arkası kadına doğru gelecek şekilde iki parmağımla düzelttim ve çantası ile yüzü arasına uzattım. Güzel hareketti dedim içimden. Teşekkür ederek aldı kalemi.

“İsmini tekrar söyler misiniz?” yine aynı bakışla bakarken söyledi. Yanlışlıkla kendi adımı söylemek istedim o an. Kendimi o kadar da abartma diyerek durdurdum.
“Sinek Sarayı. Mine Kırıkkanat.”

Küçük defterine aldığı diğer notları görmek istedim o an. Çantasını yanındaki boş koltuğa alıp defteri sağ dizine koydu. Sayfanın ortasına doğru yazmaya başladı. Dizinin yumuşaklığı yüzünden deftere fazla baskı uygulamak zorunda kalıyordu. Buna rağmen yazısı daktilo harfleri gibi net açılardaydı. Sağ üst köşeye günün tarihini yazdı. Tarihi bu kadar net görmek bunu hiçbir zaman unutmamama neden olacaktı. 17 Ekim 2017. Kalemi sağ alt köşeye indirdi, yüzünü kaldırdı ve sordu,

“İsminiz neydi?” anlık bir şaşkınlıkla bakakaldım. Bu gerçek bir soru muydu yoksa beynim bana bu anı yaşatmak mı istemişti?
“Sinan Karakök.” ilk defa adım bana yabancı gelmişti. Ses tonum, kendime ait değil gibiydi. Adımı yazdı, sonra kahverengiliklerini kaldırıp yüzüme baktı.
“Parantez içinde otobüsteki.” dedi ve minik, sessiz bir şekilde kıkırdadı. Sonra kocaman bir gülümseme kapladı yüzünü. Elmacık kemikleri iki uydusu olan bir gezegen gibi yüzünün yörüngesinde parladı. Otobüs defterinde, virgülle ayrılmış iki cümleydik. Bu cümle parmaklarımın arasında olmalıydı. Cüzdanımı çıkardım, içinden bir not kağıdı aldım. Cüzdanımın üzerine koyup sağ elimi uzattım. Kalemimi istediğimi anlamıştı, uzattı. Yine iki parmağımda çevirip ucunu kağıda değdirdim. Otobüs defterinde, virgülle ayrılmış iki cümleye benziyorduk. Telefon numaramı yazmak istedim altına. Bu cesareti göstersem bile cümleyi bozmak istemiyordum. Annesi en sevdiği yemeği pişirirken çenesini mutfak tezgahına dayayarak onu izleyen bir çocuk gibi izliyordu beni. Kağıdı uzattım. Okudu, okurken büyüyen bir gülümsemeyi bana hediye bıraktı. Benden kalemi istedi, en sevdiğim çevirme hareketini yaparak uzattım. Kağıdın boş kısmına bir şeyler yazdı, okuyamadım. Sonra ikiye katladı ve gümüş pembe dudaklarının arasında nemlendirerek katladı. İki ucundan çekerek kat kısmından kopardı. Arkasını çevirdi ve bir şeyler daha yazdı, bu galiba adıydı. Hemen altına ise bir rakamlar dizisi yazdı. Anın gerçekliği içinde gözlerimin büyüdüğüne emindim. Kağıdı bana uzattı.

“Cümlenin altındaki anlamı anlatmak istersen, bu gece beni ara.” dedi. Bir saniyeden daha kısa bir süre bekledikten sonra kağıdı aldım.

Adının yazılı olduğu kısmı zaten biliyordum. Öteki tarafı çevirdim ve uzun süredir okuduğum en güzel cümlelerden birini gördüm. Kitaplar her kapıyı açan anahtarlara benzer.

“Arayacağıma emin olabilirsin.” söyledikten sonra biraz bekledim, binlerce cümle dilime gelip gitti bu arada. “Bu cümleyi okuduktan sonra hayatımda en emin olduğum şey seni aramak.” dedim. Kadının benimle ilgilendiğinden başka bir şey düşünemiyordum. Ayaklarım yere basana kadar da bu davranışın başka bir anlama gelip gelmediğini sorgulayamazdım. Bütün kötümser ihtimalleri yok sayıyordum.

Kadının yüzündeki o müthiş gülümseme yanaklarını yormuş olmalıydı. Yüzünü normale döndürüp bir nefes verdi. Kağıdın kalan kısmını defterin aynı sayfasının arasına koydu, kapatıp çantasına yerleştirdi. Kitabına dönecek miydi yoksa tekrar bana mı bakacaktı. Ne yapacağını bilmediği bir an yaşadı. Sanki yıllarını verdiği bir işi tamamlamış ve boşluk hissiyle savaşıyor gibiydi. Sonra birden elini uzattı, galiba benim de uzatmam gerekiyordu. Anın şaşkınlığı bütün temel fonksiyonlarımı unutmama sebep oluyordu. Elimi uzattım, küçük avcuyla işaret parmağım üzerinden elimi kavradı. Uzun ve ince parmaklarını izleyerek naif bir şekilde sıktım elini. Gülünce bıyıklarımın kötü bir görüntü oluşturmasından korktum, yanaklarımda çıkan o tüycükleri tıraş etmediğim için pişmanlık duymaya başladım. Yine de gülümsedim.

“Çok memnun oldum, son günlerin en memnuniyet verici olayıydı bu.” dedim. Gülümsedi.
“Tam adımı yazdım ama Ülker’i kullanıyorum. Eh, Ülker ben. Ben de memnun oldum.” dedi ve yine kocaman gülümsedi. Yüzü güneş sistemi oluyordu güldüğünde.
“Gülünce, şehirden uzak bir gökyüzü oluyor yüzünüz.” Kendimi tutmayı yine unutmuştum. Hiçbir cümlem kötü karşılanmıyordu, duyduğu an daha da büyük gülümsedi. Ses tellerinden tatlı bir tını çıktı. Kadın, bütün sesleri benim için görünür kılıyordu. Otobüsün motorunun gürültüsü, şoförün radyosunda konuşan sunucunun yumuşak sesi, birtakım kornalar ve elimdeki kağıdı parmaklarımın arasında aşırı sıktığımı anlatan kırıştırma sesi. Kağıda zarar vermekten korktum ve cüzdanıma yerleştirdim.

“Nerede ineceksin?” diye sordum.
“Koşu’da.” dedi. Aynı durakta inecek olmak büyük bir şanstı, büyük ihtimalle o durakta inen insanların hepsi gibi trene binecekti. Bu kadınla daha fazla zaman geçirebilecek olmaktan dolayı mutluydum. Belki Alsancak’a gider, orada buluşacağı kimse artık, ikisini de doğum gününe çağırırım planı kafamda iyice yerleşti.
“Ben de.” diyerek gülümsedim. “En az beş dakikamız daha var oraya. O zamana kadar bir şeyler daha anlatabilirim. İzin verirsen tabii ki.”
“Tabii, seve seve dinlerim.” gülümsemesi gözlerini parlatıyordu.
“Sinek Sarayı ismini daha önce duymuş muydun, nereden geldiğini biliyor musun?” Hayır anlamında kafasını salladı. “Sinek sarayı, Trakya’dan çıkma bir nesne aslında. Böyle evlere asarlarmış. Yatay bir kasnaktan sarkan iplere, renkli çaputlar bağlanırmış ve bu sayede sinekleri çekermiş bu nesne. Sinekleri üzerinde tutar, çaputlarına pislemelerini sağlarmış. Ev temiz kalıyormuş böylece.”
“Vay. Güzel bir şey öğrenmiş oldum. Kitabı daha bilinçli okuyacağım demek bu.” dedi.
“Yanılmıyorsam kitabın arka kapağında yazıyordu zaten bu bilgi. Güzel görünüyor ama herkes biliyor sadece görüntünün güzel olduğunu. Güzel görüntüsü içinde sinek sarayının mutlu oluşuna kimse bakmıyor.” dedim.
“Belki de. Ama yine bu kadar karamsar yaklaşmayıp bakarsak, yani bir nesnenin mutluluğuysa bahsettiğin, kışları sineksiz kaldığında o anı özleyebilir. Üzerime pisliyorlardı ama en azından etrafımda birileri vardı diyebilir.” dedi.

Kadının kelimeleri yan yana sıralayışına hayran kalmıştım ve yüzüm bunu belli ediyor olmalıydı. Ciddi bir ifade takınmıştı farkında olmadan, bahsettiği durumu yaşadığı bir dönem olduğunu düşündüm. Dinlemek, eski yaralarını öperek iyileştirmek istedim. Bir insana böyle şefkat duymayalı uzun zaman olmuştu. Belki de hayatım boyunca daha önce bu kadar büyük boyutlarda bir şefkat hissetmemiştim. Bu yoğun ve lacivert renkli şefkat atmosferini yanılgının fırtına bulutları dağıttı. Eğer bu kadın, bahsettiği durumu yaşamadan böyle hissedebiliyorsa beni de anlayabilirdi. Sonra fırtına bulutları yerini beklentinin açık mavi göğüne bıraktı. Dilime akan cümlelere engel olamadım.

“Etrafındaki birileri ya üzerine pisleyen ya da onların üzerine pislemesine neden olanlar olunca mükemmel bir tekillik yaşıyordur sinek sarayı. Acınası tekillikler. Ne sinekler ne de sineklerden kaçanlar onun kadar güzel. Ama o kadar ortada bırakılınca her şey çekici geliyor olmalı.”

“Evet, bu bizde de böyle. Gerçek güzelliği görememeye başlıyoruz ortada bırakıldığımız zamanlar. Bize çirkinlik yapan insanlar güzel görünmeye başlıyor.”

“Oysa güzellik her zaman görüş alanımızda olmak zorunda değil. Bazen ufkun ötesine gitmemiz gerekiyor.” dedim.

Konuşmanın böyle ateşlenmesi, durdurun otobüsü konuşacağız diye bağırma isteği doğurdu içimde. İki sene öncesinde olsam düşünmeden bağırmıştım. Şimdi neden bağırmıyorum diye düşünürken kadının sesi ulaştı kulaklarıma.

“Gerçek güzelliği aramak gezgin olmak için en güzel neden gibi duruyor.” dedi. Kadının bu güzel sesine alışmaktan korkuyordum. Kendi düşünceme geri döndüm ve bağırmamam için beni tutan hiçbir şey olmadığını fark ettim.

“Durdurun otobüsü! Konuşacak çok şey var daha!” dedim, şoförün duyacağı ama dönüp uyarmayacağı yükseklikteydi sesim. Bir anda otobüs durdu. Kadın hayatımda duyduğum en şahane kahkahayı attı, sonra birlikte gülmeye devam ettik. Şoför de bizimle birlikte gülmeye başladı.

“Çocuklar kırmızı ışığa denk geldik. Sizin demenizle durmadım.” dedi ve gülmeye devam etti.

O an bu kadar neşeli bir şoföre denk gelmemiz ve Ülker’le tanışmamızın bir bağlantısı olduğunu düşündüm. Yıllardır anlaşılmak istiyordum. Bazen anlaşıldığımı bile düşünmüştüm.  Ama o anlarda bile içten içe o insanın hayatının merkezinde olmadan beni anlamasına izin vermeyeceğimi biliyordum. Bu kadın, beni anlayabilirdi.

Durağa yaklaşıyorduk. Otobüs son sağa dönüşünü tamamladığında eşyalarımızı toplamaya başlamıştık. Yerimden kalkmadan duracak düğmesine bastım. Kadının adı beyin zarıma çarpıp duruyordu sürekli. Ülker toplanmayı bitirince ayağa kalktık. Kapıya doğru önden yürümesini istedim. Arkasından sırtının genişliğini, kalçalarını ve bacaklarının kalınlığını ezberledim. Bir daha bir yerde karşılaşırsam peşinden koşmak istiyordum. Kapının önünde yan yana durduk. İkimiz iki ayrı kanada bakıyorduk. Başımı çevirip sağımda duran ışıltıya baktım. Çantasını iki eliyle önünde tutmuş başını eğmiş gülümsüyordu. Mahcup bir görüntüsü vardı. Ne düşündüğünü anlamak istiyordum ama tren beklerken sorma fırsatım var diye kendimi avuttum. Otobüsün kapısı inançlı birinin dua eden elleri gibi açıldı. İndik.

Sola dönüp istasyonun merdivenlerine doğru yöneldim. İkinci adımı attıktan sonra jöle kıvamında bir evrenden çıktığımı hissettim. Ülker gelmiyor muydu yoksa? Hemen durup arkama döndüm. Durmuş ve beni izliyordu.

“Trene binmeyecek misin?” diye sordum. Şimdiye kadar bu ihtimali düşünmemiştim. Benim gittiğim yöne gitmeme ihtimalini bile düşünmemiştim.

“Ben evime gidiyorum. Normalde bir durak önce inmem gerekiyordu ama konuşmayı durdurup inmek istemedim.” dedi.

“Ama benim gitmem lazım. Neden böyle oldu ki şimdi?” dedim. Devletin dere kenarına yapılmasına izin verdiği evde ölen çocuklar için doğayı suçlayan devlet yetkilisi gibi hissediyordum kendimi. Kadın normal hayatını sürdürüyorken benimle aynı yöne gitmesi gerekiyormuş da gelmemiş ses tonuyla kurmuştum cümlemi. Yine de gülüyordu. Ses tellerinden yükselen o ufak tınıyı duyduğuma yemin edebilirdim.

“Maalesef, annem beni bekler.” dedi ve gözleri kapanacak kadar kocaman gülümseyip başını sağına doğru eğdi. Çok güzeldi. Tanrım çok güzeldi.

“Ayrılmadan sarılabilir miyim?” diye sordum. Yıllar önce dünyada öpmeyi en çok istediğim kadına o soruyu soramamıştım. O zamandan beri bunu yaşamamayı kafama koymuştum. Çantasını hala iki eliyle tutuyordu. Sonra sağ eline geçirip kollarını açtı. Gülümseyerek yaklaştım, sağ elimi beline doladım. Çenemi sağ omzunun üzerine yerleştim ve koklayarak kendime doğru çektim kadını. Kollarını boynuma doladı, çantası sırtıma çarptı. Sıkıca sardı kollarını. Bu mükemmel anı hiçbir zaman unutamayacaktım. Tanrım sarılmayı bilen bir kadın. Çok teşekkür ederim. Aklıma İbrahim Tenekeci’nin o şiiri düşmüştü. Bırakmak istemiyordum. Birkaç saniye saatler kadar yoğun yaşanıyordu beynimde.

Ülker’le konuşmaya başladığımızdan beri, zaman bir sinek kuşunun gözünden akıyordu. Bu sarılma süresince bir kaplumbağanın gözüne geçmişti zamanı algılayışım. Kollarını gevşetti, kendini geriye çekti. Yavaşça uzaklaştım. Ondan iki metre uzakta normal dünya başlıyordu benim için. Dünyaya dönmek istemiyordum. İyice uzaklaştık, sağ elini uzattı.

“Tekrar memnun oldum.” dedi.
“Asıl ben memnun oldum. Çok memnun oldum.” dedim ve elini sıktım. “Sana bir şiir yollayacağım.” dedim.

“Memnuniyetle okurum.” dedi ve nefesini bıraktı. “O zaman görüşmek üzere.” dedi.

“Görüşürüz.” dedim ve el sallamaya başladım. Gülümsedi. Gözleri parlamıştı. Arkasını döndü ve yürümeye başladı.

Bir süre izledikten sonra ben de arkamı döndüm ve merdivenlere yöneldim. Merdivenlerin en üstünde durdum ve kadının gözden kayboluşuna baktım. Hayatımın en mutlu vedasıydı.

Bölüm 1

sonra insan çocukluğunu hatırladı.                  

Bu patikalardan aynı toz kalkmıyordu artık. Çocukken yüzümüzü tozlara karşı korumamız masumcaymış. Şimdi yanaklarımda mikro çatlaklar oluşturmalarına göz yumuyorum bu egzos dumanı artıklarının. Karakteri, başka insanların karakterlerinin artıklarından oluşanlar tarafından delik deşik edilmeye izin vermeme benziyor bu durum da. Bu değişimlerin sonuçlarına kırgın olduğumu düşünürken burnumda yeni kesilmiş incir ağacının şekerli kokusunu duydum. Bir kadının boynuna deneme amaçlı sürdüğü parfüm kokusuna benzeyen bir kokuydu. O boynun yağlı bir tadı olduğunu hatırlıyorum. Bir de o kadının o kokuya hayatının sonraki 10 yılında sahip olamayacak olmasına kırgın olduğumu hatırlıyorum. Bu koku değişimin sonuçlarından çok kendisine kırgın olduğumu fark ettirdi bana. Her şey değişiyordu ve bunun neden olduğu akış insanları kırıyordu. Onların hareket etmek zorunda olan alt bedenleri ile aynı yerde tutunmaya çalışan üst bedenleri arasındaki bu gerilim, korkunç bir kırgınlığın çatlaklarını oluşturmaya başlıyordu. Ben de onlardan biri olduğumu bu koku olmadan anlayamazdım.

Kokunun izleri kaybolana kadar havayı koklamaya devam ettim. Bana ulaşamadığı anda artık çocukluğumdan kurtulmuş olacaktım. Elimde sayfalarının kenarları sigara dumanından sararmış bir defter tutuyordum, henüz kimse içini açmadığı için yıpranmamıştı. Cep boy kitaplarımın cebine sığdığı hırkamın fermuarını sonuna kadar çektim kokudan kaçabilmek için. Oysa bunun için durmak kaçmanın önündeki en büyük engeldi. Evet, ben de onlardan biriydim ama sadece benim ayaklarım da tutunmak istiyordu. Beynimdeki sayaç bana otobüsün durağa gelişine üç dakikadan az kaldığını söyledi. Beynimdeki sayacın benimle iletişimi saman kağıdı üzerine daktilo harfleri ile oluyordu. Bu yüzden beynimin geri kalanından daha yavaş kalıyordu. Onun emirlerine daha hızlı uyuyordu bedenim. Zaman ucuz gibi görünse bile bu iletişimin yavaşlığı bana onun gerçek değerini gösteriyordu. Harcanan zaman hiç kimsenin altından kalkamayacağı kadar pahalıydı. Henüz harcamadığımız zamanın bedava oluşu ise bu kaynağı katma değeri en yüksek ürün haline getiriyordu. Bu sürece hiçbir şey emanet edilemezdi. Akışına bırakmaktan bahseden bunca insan bu akışın onları kırmadığını düşünüyordu. Bu tekrarlı yükleme kırılmaktan daha kötü oluyordu insan için. Çünkü camdan yapılmıştık ve çeliği andıran hiçbir yanımız yoktu.

Bütün bu düşünceler beni hala aynı yerde sabit tutuyordu. Bu sürecin beni şekillendirmesine izin veremezdim, değişimin kendisine kırgın biri olarak. O yüzden adım attım. Durağı görebiliyordum ve yaklaştıkça bir gölge keskinleşiyordu. Reklam panosunun ışığını, dağların doygun kahverengisiyle yansıtan iki uyduyu andırıyordu gözleri. Kendi ışık kaynağı olmamasına rağmen karanlıkta böyle parlamayı başarmasını unutamıyordum. Bunca akış içerisinde durup havayı koklamamı garipseyen bir şekilde inceliyordu beni. Zarar verebilecek bir tip olup olmadığımı tartıyor olmalıydı kafasında, yoksa neden böyle baksın bana. Üzerime kocaman açtığı gözlerini salmasıyla akış anlam kazanmıştı, belki de hayatımda ilk defa. Onun kokusunu taşıyan bir rüzgar bekliyordum. Bana değil de otobüsün geliş yönüne bakıyor olma ihtimali canımı sıkıyordu. Dudak uçlarının karanlığa doğru geri çekildiği istemsiz bir gülümseme üzerimde "Wish You Were Here"'ın ilk sözlerinin etkisini bıraktı. Duruşu, gülümsemesi, kollarıyla ceketini kendine sarması ve gözleriyle, o durakta akışa karşı bir isyan başlatmıştı içimde. Haberi yoktu ama onun yarısı karanlıkta kalan yüzü bu isyanın fotoğrafıydı. En önde yumruğunu kaldırmış sloganlar atıyordu gözleri.

Karşıdan gelen bir arabanın uzun farları gözümü aldı ve daha bir dakika dolmadan bu kadar derine işlemiş olduğunu fark etmemi sağladı. Bu kadını net bir şekilde görürsem, sesini duyarsam ya da bir daha karşılaşırsam hiçbir ordunun durduramayacağı bir isyan patlayacaktı damarlarımda. Her adımda görüntüsü keskinleşiyordu. Kaldırımın zamanla çöken taşlarını hissetmeye başlamıştım tekrar. İncir ağacının kokusu bu yoğun ve hamur kıvamındaki hisleri seyrelterek zihnimi çamurlu bir yola itmişti. Yine de kadının yüzünü görme isteğinden kendimi alamıyordum. Durağa girince hafifçe öksürmeye karar verdim, benimle konuşursa hiç olmazsa sesim etkileyici olsun istedim. Kadının hatları keskinleştikçe yüzümün çirkinliği beni Edip Cansever'in taş hamurunun içine itiyordu. Dört adım sonra aramızdaki mesafenin ne kadar kalacağını hesaplamaya çalışıyordum bir yandan. Hala kokusunu duyamamıştım ve bir kez olsun koklayabilmek için dünyadaki oksijen hakkımdan vazgeçmeyi düşünüyordum. Yaklaştıkça yoğunluk artıyordu, durağın cam kısmından adımımı atacaktım birazdan. Dönmeden önce hangi ayağımı attığım bile önemliydi benim için, bunu bile akışa bırakamazdım. Birden başını eğdi önüne, minicik bir öksürük çıktı boğazından. Onun verdiği nefes uranyum elementinin beta ışıması gibiydi ve bu kadar yakınındayken benim için zehirli olduğundan emin olduğum bir sıcaklık hissettiriyordu. İliklerimde üretilen hücrelerin bile ısınarak çıktığını hissediyordum damarlarımda.

Sırtım otobüsün geliş yönüne dönük, gözlerim kadının koyu yeşil renkli hafif tozlu botlarında, donmuş kalmıştım. Bana bakıyor olduğundan emindim. Önüne geçemediğim bakma isteğiyle başımı doğrulttum. Gözlerimi ana rahminden çıkıyormuş gibi açtım. Bu benim hayatımın en heyecanlı töreniydi. Nefes al, başını doğrult, gözlerini aç, nefes ver, saygı duruşu ve kapanış.

"İyi akşamlar." Bu sıradan dilek cümlesini okulda ilk defa söz alan bir çocuk kadar heyecanla söylediğimi fark ettiğimde utandım.

Bir yabancıdan gelen iyi akşamlara şaşırmasını bile beklemiyordu "ya cevap vermezse" düşüncesi. Bakışlarımın kapıya dayanmışlığına engel olamıyordum. Kapı kolunu indirmeye benzeyen bir bakışla kahverengi gözlerini üzerime saldı. Otobüsün farları aydınlattı yüzünü. Artık gölgesiz ve duru bir yüz sıkıştırıyordu kalbimi. Yüzünün göremediğim kısmı hayal ettiğimden bile güzeldi. Bıkkın görünen bir nefes aldı, konuşacak mıydı yoksa. Ben bekleyişimi benzetecek hiçbir kavram bulamadan ciğerleri, ses telleri, dili ve dudakları bir orkestra oldu.

"İyi akşamlar." Sol eliyle kapıyı kendine çekip sağ elini yukarıdan aşağıya indirmiş evine buyur eden bir kadın gibi çıkıyordu sesi. Mutfaktan koşup gelmenin acelesi yoktu sesinin kıyafetinde ama kapının koluna dokunmadan önce ıslak ellerini mutfak önlüğüne sildiğini duymuştum. Sesi bütün tarihi yeniden yazabilecek bu kadının başkalarıyla da konuşuyor olduğunu kıskandığımı hissettim. Hatta başkalarıyla masalarda, yataklarda ya da ayaküstü saatlerce konuşmuşluğunu kıskandım.

Yüzünü önüne çevirdi ve aynı mekaniklikle sağ elini kaldırdı. Bu hareketle otobüs şoförü ile arasında bir paylaşım oluşması beni hastalıklı bir kıskançlığa sürükledi. Durup yalnız başıma bu hisse güldüm. Bunu birine anlatsam vereceği tepkiyi düşündüm.

"O derece mi?" dedim gülerek. Bunu sesli söylememin bir nedeni varsa da o an bilmiyordum. Duyu organlarımın isyanına şimdi dilim de katılmıştı.

"Pardon, anlamadım." dedi, ani bir şekilde yüzünü bana çevirmişti. Boynunu tamamen normal bir hızla çevirmesine rağmen o kadar hızlı çevirme zedelenecek demek istiyordum. Bütün hayatım boyunca boynunu usul usul çevirip bana baksın istiyordum.

Yüzünde duruluk katan o parlaklığı açıklayamıyordum. Yer yer kızıl saçları, hiçbir makyaj malzemesi taşımayan ve belirginlik içermeyen elmacıkları vardı. Çoğu insanın beğenmeyeceği kadar büyük göz yuvalarında kahverengi gözleri tek seferde anlaşılamayacak bir derinlikte olan ve beyninin kıvrımlarına doğru uzanan kuyuları andırıyordu. Güzel bir gülümsemeyi yaratan dudakları ne ince ne kalındı, sadece biraz geniş. Koyu kahve tonlarındaki ruju beyaz tenini matlaştırmak için yeterli oluyordu. İnce ve neredeyse simetrik burnu bu yüzü tamamlamak için seçilebilecek en uygun burundu. "Teşekkürler Tanrım!" Tamdı, tamamdı. Alımlı bile denmeyecek bu kadının duruluğu karşısında bütün çıkıntı kelimeler tamamlanıyordu içimde.

“Sesli düşündüm sadece.” dedim. Bu kadın için yetersiz kalan cümleler kuruyordum.
“Dinlediğini bilsem daha güzel söylerdim ama.” diyerek anı kurtardım. Mükemmel olmayan dişlerini göstererek gülümsedi. Cevap vermek yerine gülümsemesi daha iyi oluyordu. Bir diyalog içerisinde söyleyeceklerim özensiz kalacaktı yoksa.

Otobüsün rüzgârını sol kolumda hissettim. Tam kadının önünde durdu. Otobüsün ön kapının sağ kanadı bir defter kapağı gibi açıldı, kadın içeriye girdi. Bu defter kapağı benzetmesini sevmiştim. Çünkü kadını o defterdeki bir şiir olarak canlandırıyordu zihnimde. Kadın sağ ayağını basamağa koyduğunda otobüse binip sevmediğim birinin doğum gününe gideceğimi hatırladım. Sol cebimi yokladım. Zihnimden sigara, çakmak, kentkart diye saydım. Kadın otobüs defterinin içinde grafite dönüşürken hızlı bir hareketle içeriye atladım. Kadının dakikalardır durduğu yerden geçerken kokuları algılayan hücrelerim incir ağacının kokusu yerine kadının sütlü duş jelinin kokusunu tercih etti.

Kapı arkamdan kapanırken kartımın içerisine para yüklemeyi unuttuğumu fark ettim. Hafızamda tuttuğum gereksiz rakamlar arasından son otobüse binişimde gördüğüm rakamları çektim. Mekanik bir “Bakiyeniz yetersiz” sesi duyacağımdan emin olarak kartımı okuttum. O rahatsız edici yetersizlik tonu ve üzerine o rahatsız edici ses. Sosyal anksiyeteye sahip bireyler için bu durumlar hayatlarının en korkunç anları olmalıydı. Benim için ise şu an içinde bulunduğum durum kadınla biraz daha konuşabilmem için bir fırsat olarak göründü. Sola doğru baktığımda kadının karşılıklı yerleştirilmiş koltuklardan sağ ilkine oturduğunu gördüm.

“Pardon.” dedim ve yine kahverengi gözler tarafından gırtlağıma yumruk yemiş gibi hissettirildim.

“Kartınızda fazla bakiye varsa kullanabilir miyim, tutarını öderim.” dedim. Kısa bir düşünme aşamasından sonra gülümsedi.

“Ne demek. Vermenize gerek yok.” dedi ve kartını uzattı. Beklediğimden daha fazlasını öğrenmiştim bir anda. Öğrenci kartı kullanıyordu ve üzerinde kimlik numarası, adı, soyadı yazıyordu. Zühre Ülker Tömür. Tömür, üniversite eğitiminde yaptığım okumalarda öğrendiğim bir kelimeydi bu. Uygur dilinde demir demekti. Zühre, sabahyıldızı, Venüs. Ülker, yedi kız kardeş olarak efsaneleşen Pleiades yıldızlarının Türkçe adıydı. Hadislerde adı anılan Süreyya yıldızıydı, ulaşılmaz ve yüksek. Bu yıldızlarla ilgili bütün efsaneleri biliyordum. Bu kadının yüzünü görmeden adını duysam bile aynı etkilenmeyi yaşayabilirdim.

Kartı okuttum ve sonrasında karşısındaki koltuğa oturup geri uzattım. Bu koltuktan kalkmak istemiyordum. Cüzdanımda bulabildiğim bozuk paraları çıkartıp uzattım. Bu zorla para verme olayının dışarıdan izlenince komik bir görüntü oluşturduğunu biliyordum ama bir sefer daha gülüşünü görecektim en azından, belki ilerleyebilecek birkaç konuya giriş olurdu bu.

“Teşekkür ederim.” diyerek parayı uzattım. Avucunu uzattı ve beyaz teni otobüsün lambasındaki ışık altında bileklerindeki damarlarını gösterdi. Nabzının attığını hissetmek için bileğini tutmak istedim o an. Bu kadına ilk defa temas edecektim. Yeni bir konuya başlangıç olmasından çok daha iyi bir duruma gelmiştim. Orta parmağım avuç içine değecek şekilde bozuklukları avucuna bıraktım. Beklediğim yükseklikte hislere erişememiştim bu küçük temastan. Sadece daha fazlasını istemem için yeterli olmuştu.

“Ne demek.” dedi. Teşekküre karşılık olarak rica etmek alışılagelmişti fakat çoğu durumda gereksiz nazik bir eylem oluyordu bu. Rica kelimesi, Arapça rücû kelimesinden gelmektedir ve iade anlamına gelir. Yani teşekküre karşı rica edince “asıl ben teşekkür ederim.” anlamı taşır. Bu kadar nazik olmak istemiyorken ise önemli değil kalıbıyla doldururuz yerini. Biri bana önemli değil dediğinde beni umursamadığını düşünürüm. Bu kadın ne demek derken başını öne eğip kaşlarını kaldırınca artık teşekkür edenlere ne demek karşılığını vermeye karar verdim.

Çantasından cep boy bir kitap çıkardı, Ahmet Ümit’ten Beyoğlu’nun En Güzel Abisi. Kitabın içinde özel bir ayraç vardı, kırmızı bir kurdele sarkıyordu ucundan. Kurdeleden tutarak ayırdı sayfayı ve kitapta anlatılan sokaklarda yürümeye başladı. O, otobüs defterinin içinde bir dize olarak duruyordu. Onu tamamlayan noktalama işareti olarak bulunmak istedim orada. Roman okuyan bir dize olarak görünüyordu gözüme. En güzel şiirin en güzel dizesi, bana göre beytü’l gazel. Oysa hiçbir cazibe barındırmıyordu. Saçları büyük dalgalara sahipti ve omzunun 4 santimetre kadar aşağısına iniyordu. Üzerinde bej bir trençkot, altında siyah bir kot pantolon ve ayaklarında andıran koyu yeşil süet botlar vardı. Sade ve şık bir kadındı. Çantası kucağında kitabına odaklanmışken onu izlemek yıllardır yaptığım en anlamlı eylem olmuştu. 

1 Kasım 2017 Çarşamba

Bildiğin gibi değil

-dışarıdan içeriye doğru

Müziğin zihnine dolmasına izin ver, bırak
İçinde yanmayan lambaları bulsun.
Elektronlar sinirlerinde gezsin.
Bu elektronlar içimin doğu ekspersidir.
Güneye bakan yatağımızda,
Sağıma yatan sana akar.

Sen nice kütüphane yangınları atlatmış
Bir simya yazmasısın.
Sayende ilk altınları oluşturdum içimde.
Burada dönüşüm en soğuktan başlıyor.
Bildiğin gibi değil.
İsanın doğduğu gün kucakla beni,
Karanlığımdaki iblisleri kov,
Mehdi ol ordularıma.
Sen çakıl taşlarının mesihi,
Kumdan kalelerin düşmanı.
Sen bir uykunun
İki kişilik olduğu an.

Tanrı bile terkedince beni,
Karşı kaldırımdan duyulan müzik,
Vücut bulmaya başlar.
İncir ağacı yüklerinden sıkılınca,
-Bari sen topla dökülen incirleri-
Rüzgar bile ritme uyup
Bu trenin camından bir çocuğun fırlattığı
Kağıt uçakları, sana doğru taşır.
Benimse arka bahçem,
Kağıttan uçak mezarlığı.
Bildiğin gibi değil.

Görse,
Tanrı bile terkeder beni.
Görsen,
Tanrının bakmadığı yerlerde olduğumu anlarsın.
Bildiğin gibi değil.

21 Ekim 2017 Cumartesi

Umut

Yan yana oturulan otobüs koltukları
Senin neşene uyumayacak kadar yaşlı.
Kimsenin çağırmadığı Yakup bile neşeli seninle,
Bakmaya gittiği kurbağalar da.
Hiç bitmeyen yoğunluklardan geçiyoruz,
Işık gibi. Uzaydan, atmosferden, havadan, sudan.
Camlardan geçerken camlar neşeleniyor.

Belki sen beni öpersin diye içmediğim sigaralar,
Bu umudun etkisiyle
Mutluluktan tutuşuyorlar, kanım gibi.
Kanımdaki demir beyazdan kırmızıya doğru soğurken,
Archimedes'e teşekkür ediyorum. 
Çünkü bu su ikimizi birden kaldırabilir.
Umudun suyu deniz kadar tuzlu seninle.

Umut etmek yaşlıdır, bilirsin,
İlk tohumu ekip bekleyen insandan bile.
Bütün hücrelerimde geyiklerin yolunu izleyen
Mağara adamının genleri var.
Umut etmek ırsi mirasım.
Gelecek kış da geyikler oradan geçecekler,
Gelecek kış da umut kazanacak,
Kar üzerinde güzel izler bırakarak.
Beyaz tenine batan tırnaklar kadar güzel.

Ben senin karnından sıcak bir öpücük,
Yeni oluşan bir insan ve binlerce kelebek
Umuyorum.
Hadi dokun en sevdiğin kitabın sırtına,
Havalanan güvercinlerin arkasından koşturan kız çocuğu olarak.
Ben senden,
O kız çocuğunun hevesini
Umuyorum.

14 Ekim 2017 Cumartesi

İnsan ve Gemi

İnsan

Hayatın kaptan kamarasındayım.
Şimdi,
Ya bu özenle kurduğum odadan
Ya da define adalarından vazgeçmem lazım.
Bir kadının sıcaklığına benziyor karalar.
Denizler soğuk, dalgalı.
Ne liman bulma garantisi var ne de yiyecek.
İnsan, karadaki en yetkin avcı,
Denizde sadece bir yem.

Gemi

Ne taşıdığım yük ad verir bana
Ne de güvertemin boyu.
Kaptanımın adıylayım sadece.
İlk kim attı beni su üzerine
Tanımam.
Tahtaydı üstüm başım,
Çivilerdi beni tutan.
Sonra demir seslendi insana
"Ben de yüzebilirim."
Eskidim.

İnsan

Eskiden boyardım tahtaları
Hayat sandığım bu gemide.
Şimdi boyadan başka tanıdık bir şey yok.
Camdan dışarı bile bakamıyorum.
Hayat sandığım, hareketli hapishane.
Sonbaharda bile yaprak dökmüyor
Geminin ağaçları.
Deniz anlamıyor benim ululuğumu çünkü
Ben tanrının yüzüyüm gemiye,
Gemi benim yüzüm denize.

Gemi

Ceviz ağacıyla bile konuşamıyorum artık.
Ne tanrı anlayabiliyor derdimi ne de toprak.
Tuzlu su yıpratıyor denizde,
Kayalar gibi rüzgarda azalmıyorum.
Ne tatlıdır şimdi rüzgarın taşıdığı tozun
Yanaklarına acı acı battığını hissetmek.
Söyle bana insan,
Tanrı sana ne dedi
Tuzlu deniz rüzgarıyla yakarken yüzünü?

İnsan

Tanrım ne anlatmak istiyor deniz?
Yoksa sadece dalgalar değil mi konuşan?
Ben ve bereketli topraklar arasında
Yüzyıllardır süren bu diyalog neden burada yok?
Tohum benim sözüm,
Meyve toprağın.
Toprakla ben aşığız birbirimize.
Burada bulduğum tek toprak, gemi.
Keşke konuşsa bu gemi de toprak gibi.
Benim doğduğum yere yabancıdır,
Bilmem ağacının dilini.
Zaman güven vermeye başladığında
Terkedeceğim onu denize.

Gemi

Sabah güneşiyle birlikte doğdum,
Toprağım bile ıslaktı.
Bir insan gelene kadar güverteme
Hiç hissetmemiştim ellerimi.
Tanrım,
Bana el yapan mıdır Tanrı,
Ellerimi hatırlatan mı?
Güzel insan bilmiyor musun dilimi?
Sayılarla konuşurum, yelkenimle anlatırım derdimi.
Nolur anlat bana kim dolduracak
Boş güvertemi, kilerimi.

İnsan

Filikaları kontrol ediyorum,
Yolun büyüğünü gemi getirdi.
Geriye kalan sadece sığ sular.
Önemsemiyorum nasıl hissedeceğim karada,
Ayakkabısız basarken taşlara.
Gemiyi özleyip geri mi döneceğim,
Ayakkabı yapmayı mı öğreneceğim düşünmüyorum.
Gelecek kurmak isterken karaların zenginliğiyle
İhanet mi olur gemiden kaçmak
Ölmemişken daha derisi?

Gemi

Kardeşlerim beklerdi eskiden karada,
Önlerinden geçerken kendi kokumu tanırdım.
Artık en güçlü rüzgar bile taşımıyor tanıdık kokuları.
Beni buraya getirdin insan sen.
Bu yola çıkmadan biliyordun
Özlemimi, yalnızlığımı, eksenimi.
Korkuluklarımı kaldırırım, toprak olurum.
Kal yeter ki.
İnsan, kızma artık gıcırdayan tahtalarıma.
Benden önce doğmuş olsan da
Senden yaşlıdır ıslak bedenim.
Bu ateşi yakıp gitme,
Batmadan söndüremem,
Batarsam düzelemem.
İnsan beni terketme,
Balçıkta yürüyemem.
Parça parça karaya çarparım kendimi.

İnsan

Nar ağacı kadar bir ateş bu.
Kalanı yaralayamayacak.
Bu taşların ortasında
Bileklerimde sarmaşıklarla durmak varken
Karaya kaçtım.
Kolaya kaçtım.

Ruh

Denizin ve karanın gelini,
Ateşin ve havanın damadı,
Bu kutsal tepede,
Sevin elimdeki dalı.
Bu ayak izleri üzerinde,
Sarmaşık saçım bağlasın hayatınızı.

Toprak sunsun odunlarını,
Hava harlasın kıvılcımı,
Ateş yaksın saçımı
Su ateşi alsın.
Külünüz havaya savrulmadan
Çözülmesin ikinizin parmakları.

Hikayeci

Gemi iyi tanıyordu gidecek olanı,
Karaya bu yüzden yanaşmadı.
Ama filikayla kaçarken insan
Unuttu gemi, gemiliğini
Çamura sapladı altını.

Şimdi şakaklarında dalgaların köpüğü
Yelkenlerinde yumruk kadar deliklerle
Bekliyor geleceğini gemi.