26 Aralık 2018 Çarşamba

Kum tanesi

Anılarından kazak örüyorsun kendine,
Artık üzerinde toprak olan herkesi yaşatıyorsun.
Bir beyitsin en doğru tarihte söylenmişsin,
Boynunda taşıdığın yüce anneyi tanıyor gibisin.

Elinde ne varsa hayata karşı kullan,
Nefes almaktan ötesi var çünkü.
Mesela masada bir anfora,
İçinde şarabın en tatlı olduğu yıllar saklı.

Her şey hazırdı gelip yerleşmen için,
Yalnızca olması gereken beklenmekteydi.
Yalnızca
Açık yaradan sızan mürekkebe benzeyen bir gülüş,
Bir söz eksikti,
Kapıdan girsen tamamlanacak.

İki köprüyle bağlanan omuzlarının,
Sağı bakırdan, solu çelikten.
Her değdiğinde saçların omuzlarına,
Rüzgara acıklı bir melodi bırakmaktadır.
Binlerce yıldır çalınan, kısmen yasaklı
Çölü kalbinde taşıyan bir çalgıdır kadın.
Korkmayan herkesi bir battaniye gibi saran o kum fırtınası,
Dokunsan başlayacaktır.

17 Aralık 2018 Pazartesi

Kuyruklu Yıldız

Saatinin pilini değiştirmek için kolundan çıkardığında fark etmişti, artık eskisi kadar güçlü değildi. Son 15 yıldır kendince bir anma töreni gerçekleştirdiği tarih yaklaşıyordu. Bu güçsüz hisleri buna bağlamak istiyordu. Çok uzun zaman önce hayatından bir kuyruklu yıldız geçmişti ve o, bunun yeniden gerçekleşeceği umuduyla aynı tarihte hep yukarıyı izliyordu. Sanki bir mucize gerçekleşecek ve şehre yeniden ayak basacaktı o tanrıça. Bunu bazı seneler öyle güçlü hissediyordu ki, bir hafta öncesinden izin alıyordu iş yerinden. Kış başlangıcında göğe açılan pencereye yanaştırıp sandalyesini, yıldızları izliyordu. Bu bazı çok güçlü hissettiği senelerde tanrıya dua bile etmişti, ya o gelsin ya hava kapalı olsun diye. Oysa her sene o tarihte güney yönünde yıldızlar hep açıktaydı. Onun beklediği kuyruklu yıldız, o tanrıça hiç yoktu ama geri kalan her şey yerli yerinde ve gözler önündeydi. Çok eskiyi hatırlaması için orada duruyorlardı.

Yaşamaktan çoğunlukla keyif alıyordu. Onu yoran yalnızca bu bekleme seanslarıydı. Biliyordu ki o beklenti dolu geceden sonra, yani bu sene de hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabul ettiğinde biraz daha güçsüzleşecekti. Her günün her saatinin her dakikasının her saniyesi içi çürüyordu. Yavaş yavaş ama hissedilebilir bir çürümeydi bu. Kimseyle paylaşılamayan, kimsenin anlamak istemeyeceği bir engeldi bu ona. Beklemesi gerektiğini bilerek beklemek. Hayatının her alanına öyle güçlü kökler salarak yerleşmişti ki, içindeki bu çürümeyi kimse tahmin bile edemezdi. Bu güçsüzleşmeye kimse inanmazdı. Ama kendisi bile, artık uyumak istiyordu. Artık her şeyi unutup uyumak istiyordu.

Sesler vardı bu güçsüzlük ve çürüme içerisinde, havadan ağır bir gaz gibi zemine çöken sesler. Yeşil elmanın tadının kaldığı dudaklardan çıkan seslerdi bunlar. Çok ağırlardı. Çok şey söylüyorlardı ve durmadan ama durmadan zemini ağırlaştırıyorlardı. Oturduğu sandalyenin içerisine battığı zemini. Kırk yaşının ağırlığı da değildi bu, yeni bir özlem de değildi. Yaşanmamış hiçbir şey kalmamıştı ve bu bir hafifleme değil büyük bir yük getiriyordu. Hayatta geri kalan zamanı doldurma yükü. Bu yüzden sürüyordu bu beklenti, bu yıkıcı beklenti. Hatta dünya, belki de tanrı, bu beklentinin sürmesi için ona oyun oynuyordu. Haftalarca aralıksız yağmur yağsa bile, o gün geldiği hiç bulut olmuyordu. Beklediği tanrıça inmiyordu şehrine, kolunu boynuna dolayıp elini tutmuyordu onun. Hiç kuyruklu yıldız geçmiyordu penceresinden.

Bulutların arasında keskin çizgilerle kıvrılan bir nehri andırıyordu yıldırımlar. Sanki bir gelen olacaktı bu sefer. Bir saatini pilini değiştirmek bile bu kadar zorken, bu beklentiyi daha fazla sürdürmesinin ne anlamı vardı. Zihninde ve bedeninde hissettiği bu yaşlanmayı daha ne kadar reddedebilirdi bir beklenti adı altında. Unutmaya bile başlamıştı, beklediği şeyi. Nasıl bir şey olduğunu unutmaya başlamıştı. Ölen birinden kalan fotoğraflara bakmak gibiydi yaptığı şey. Aslında orada olmayanı görmeye çalışmak. Ruhu.

16 Aralık 2018 Pazar

Bir Pazar Günüydü

Aramızda saatli bir bomba gibi
Her saniye azalan cümleler duruyordu
Bir pazar günüydü.

Binlerce yıldır gökte, jupiteri kovalayan
Ölümsüz birini bulutlu bir ocak sabahı vurdular
Bir pazar günüydü.

Avucunda rüzgarlı bir park taşıyan kadın
Kanayan bir yaraya evrimleşti
Bir pazar günüydü.

Cenaze evlerinin bile tenhalaştığı vakitlerdi,
Üstsüz kadınlar ağladı yatakların uçlarında
Ve kimse sormadı neden, ne için diye
Bir pazar günüydü
Ve böylece geçip gitti.

İnancın öldüremedi içindeki şeytanı,
Her kötülükte omzunda dişlerini hissettin.
Teninden içeriye sızmış iblis dölü
En çok bu mevsimde çınlattı kulaklarını,
Harcanan pazar günlerinde.

Derini soydun, rahmini söktün yine de kurtulamadın.
Bir dövme gibi karnına işlendi laneti.
Karanlığa açılan yanınla arkadaş artık çocukları.
Onlara iyi bak.

Bir pazar günüydü,
Azalan cümlelerin yerini
Derin yaralar dolduruyordu.

11 Aralık 2018 Salı

Gordion Düğümü


- Yalan da kılıç kadar keskindir.

Balkona çıkmak için güneşi kolluyordum. Binanın köşesinde kaybolduğunu sanıp adım attığım anda ayağımın değdiği fayansın sıcaklığını hissettim. Bu sıcaklık tabanlarımdan bütün vücuduma yayılan bir ısı dalgasına dönüştü. Birkaç dakika, sıcaklığım zeminle dengelenene kadar kıpırdamadan bekledim. Sonra o eski demir sandalyeyi düz bir yere çekip oturdum. Şimdi solum ufka kadar maviye boyanmıştı. Yüzümün kızardığını hissediyordum. Zeytin gözlerini dakikalardır üzerimde tutuyordu, onun bakışlarında güçlü bir his vardı ve bu enerji beni yakıyordu. Ona baktığımda esmer teninin havadan daha sıcak olduğunu sezebiliyordum. İçimi temizleyen bir dalga gönderiyordu sanki. Bu dalgadan gülümsediğini hissedebiliyordum, ona bakmama gerek bile yoktu. Ama baktım.

Alnının sağından çenesine kadar inen doğum lekesinin ona kattığı mistikliği kimse reddedemezdi. Aklının Gordion Düğümü’nü yüzüne yansıtıyordu bu. Hiçbir zaman bilinemeyecek düşüncelerini saklıyordu. Beklediği Büyük İskender bu çağda gelmeyecekti. Belki en yüce kılıcın bile kesemeyeceği bir düğümü saklıyordu, bu çağda çözülemeyecek biriydi. Onu anlamak için bazı sırlara vakıf olmak gerekiyordu. Ama bazen düğüme dışarıdan, hatta çok dışarıdan bakmak bile anlamak için yetiyordu. O mistik kadının içinde yaşanılmamış bir çocukluk görüyordum.

Sigarası izmaritine kadar yanmıştı. O dalgın ama aynı zamanda bütünüyle odaklanmış bakışları benim üzerimdeydi. Ne zaman olduğunu anlamadığım bir anda konuşmaya başladı.

“Denize böyle bakışını bana babamı hatırlattı. Bazı insanlar denize öyle bir bakar ki, onlardaki kaybolma isteği herkese bulaşır. Babam da böyle biriydi. Nedenini sonradan öğrendim. Babaannem onu vaftiz ederken koyduğu isim yüzündenmiş. Su kenarları ve dağlar sizin kültürünüzde de kutsal, anlarsın o yüzden. Bir roman çocuğu doğduğunda akan suyla vaftiz edilir ve bu sırada yalnızca annesinin bileceği asıl ismi konur. Bu isim Azrail’in onu almaması için hep saklanır ve kimseye söylenmez. Babamın vaftiz adı Derav’mış. Yani Deniz. Bu yüzden ne zaman derin bir su birikintisi görse öylece bakarmış. Bu evi de tam senin oturduğun sandalyeden görünen manzara için almış. Parayı nereden buldu ne iş yapıyordu hiç bilmiyorum, kimse konuşmaz bunun hakkında. Nasıl olduğu önemli değil, şu an benim burada olmamı ve bir hayat kurmamı sağladığı için minnettarım. Başlarda çok zorlanmıştım, bütün çocuklar benden nefret ediyordu. Sınıfta ne kaybolsa beni suçluyorlardı. Sonra Deniz Öğretmen bizim sınıf öğretmenimiz oldu. Onun sayesinde hem benim çekingenliğim hem de diğer çocukların ön yargısı kırıldı. Sonra en yakın arkadaşım da Deniz diye bir kız oldu. Bahsetmiştim sana, lisedeyken ölmüştü. Hatırlarsın belki. O kızın hayatıma getirdiği aydınlanma en büyük olanıydı. Bana normal bir ailenin nasıl olduğunu gösterdi. O öldükten sonra ailesi beni kızları gibi gördü, şefkatin nasıl bir şey olduğunu öğrendim. Sonra birkaç Deniz daha oldu. Hiçbiri bu tesadüfü karartacak insanlar değillerdi. Sonra sen oldun, babamın sandalyesinde oturmaya ve benimle konuşmaya başladın. Bana bakmaya başladın. Benim nefret ettiğim yüzümü bana sevdirdin. Senin de adının Deniz olmasını isterdim.”

Deniz konusuna girdiği andan itibaren yüzümde anlamını bilmediği bir gülümseme vardı. Şimdilik Gordion Düğümü bendeydi. Konuşması bittikten sonra da çözülme sırası bana geldi ya da çözülmüş gibi yapma. En başından başladım.

“Doğduğum yeri anlatmıştım sana. İnsanlar denizi sadece bir efsane olarak bilir orada. Ve bu efsane öyle güzel anlatılırmış ki, annemi hep etkilermiş. Her gece hayalinde gök rengi ve çok büyük suları düşünerek uyurmuş. Babamı da ikna etmiş ve ben doğduğumda bana Deniz adını koymuşlar. Ama daha kimliğime işlenmeden ayrılmak zorunda kalmışız. Taşındığımız şehirde de deniz sadece anlatılanlardan ibaretmiş. Ayrılmamızı gerektiren olaylar yüzünden bütün ailenin adı ve soyadı değiştirilmiş. Haliyle benim adım da artık Deniz olmaktan çıkmış. Herkes birbirinin yeni adına alışırken arada unutulup gitti.”

Bu uydurma hikayeyi anlatırken gözlerindeki zeytinler olgunlaştı. Böyle bilmesinin kimseye zararı olmayacaktı. Üzerindeki bu büyülenmiş hali atmasını bekledim. Gözleri hala yaşlıydı. Yanındaki saksıdan bir avuç toprak aldı ve birkaç damla yaşını toprağa damlattı. Sonra içeriye gitti. Geldiğinde içerisinde az önce gözyaşıyla ıslattığı toprağın olduğu bir kavanoz bıraktı masaya. Ne yaptığını anlamıştım. O anki gülümsemesi, bu yalanı ölene kadar sürdürmem için yeterliydi. Boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.

“Geçen gece kurduğun bir cümle vardı. Bizim kimliğimiz yalnızca toprak olabilir demiştin. Bu saksıdaki toprak senin doğduğun yerden gelme. Bunu bilmiyordun di mi?”

Sonra ellerimi aldı ve kavanozun etrafına sardı.

“Bundan sonra senin kimliğin bu toprak. Sakın kaybetme.”

***

Gordion’da, bugünkü Ankara sınırları içerisinde, Frigya’nın ilk kralı Gordios’un attığı bir düğüm vardır. Gordios, şehre gelirken yanında getirdiği kağnıyı kızılcık dallarıyla bir tapınağa bağlar ve bu düğümü çözenin Asya’nın Hükümdarı olacağını söyler. Bu düğüm yüzyıllarca çözülemez, ta ki Büyük İskender gelene kadar. Ne yazık ki İskender de elleriyle ve zekasıyla düğümü çözemeyip kılıcıyla parçalar.


30 Kasım 2018 Cuma

Sigara içmek öldürür

Yağmurun pencere camından intikam almaya çalışmasını izliyordu. Odasının penceresinden izlenebilecek o kadar çok şey vardı ki, bulunduğu yerden hiç ayrılmamaya başlamıştı. Üç gündür masanın üzerinde duran kahverengi sigara paketi üzerindeki "Sigara içmek öldürür" yazısı gözüne o kadar çok takılıyordu ki, neredeyse sigarayı bırakacaktı. Arada bir eliyle yetişeceği konumdaki telefon çalardı, arada bir çalan telefonu arada bir cevaplardı.

O an, tam telefonu düşünürken yeniden çalmaya başladı. Bu hep oluyordu, bazen karıncalar gibi duyargaları olduğuna emin bile oluyordu. Duyargalarının nerede olduğunu düşünürken telefon sustu, tam da olsa olsa başının arkasında olacağına emin olmuştu. Gözleri yeniden kahverengi paket üzerindeki, beyaz fona siyahla yazılmış "Sigara içmek öldürür" yazısına takıldı. Sahiden de sigara içtiği ölmüş birkaç kişiyi tanıyordu. Yani eskiden tanıyordu, artık ölmüş kimseyi tanıyor sayılmayız. Bu cümle kafasında şekillendiği anda durgunluğunu anlamlandırdı.

Sessiz ama keskin, kızgın ama üzgün değil, ani ama gerçekten ani bir şekilde oynattı ağzını.

"Keşke ölseydi."

Ne zaman ölüm hakkında düşünse, ölmüş olmasını dilediği biri geliyordu aklına. Çünkü şimdiye kadar bildiği bütün ölülerle ilgili anıları da ölmüştü. Ölmüş değil de artık hayatında olmayan birinin hatıraları vardı onda, her seferinde yeniden doğan hatıralar. Bütün bildikleri anahtar kelimelerle bağlıydı birbirlerine ve her kelimeyi işgal etmişti ölmüş olmasını istediği kişi. Her şey dönüp dolaşıp şarkı sözlerine çıkıyordu, her şeyin vardığı yer hep o cümlelerdi. Bu işgalden kurtulmak için sayfalarca yazmıştı şarkı sözlerini. Yazmayı yeni öğrenen biri gibi, hep aynı sözlerle dolmuştu sayfalar. Bir de başının tam üzerinde bir şiir yazıyordu, her gece uyumak için kendini kandırdığı bir şiir. Uzandığı anda başka bir cümleyi düşünmemesini sağlayan bir şiir. Sert ve sitemkar bir havası var başının üzerine kazılı olan şiirin. Onu oraya hayatının en histerik haftasında bir tırnak makasıyla kazımıştı. Duvarla bakışmak veya duvarla savaşmaktan yorulduğu günlerdi, artık ilerleme için yalvarıyordu. Verdiği emek, harcadığı enerji harekete dönüşsün istiyordu. Savaşılan duvarların heybeti cesaretinin altı boş olanlara kendi boyları kadar görünür, daha fazlasını göremezler ve kendi boylarında kalmak onlar için yeterlidir. O ise kendini cesaretli bile görmüyordu. Kaçtığı bunca şeyden sonra, kendine cesaretli diyemezdi. Korkak dostumuz yine de hep boyundan fazlası için emek harcamıştı. Hatıralarını silemediği için ölmüş olmasını diliyordu, hatıralarını silmekten korktuğu için ölmüş olmasını diliyordu.

Yine de korkak dostumuz hayatına devam ediyordu. Farklı amaçlar koyuyordu önüne ve onlar için daha da güçlü itiyordu ne varsa önünde. Nereye varacağını bilmiyordu ama vardığında ne yapacağını biliyordu, daha da ileriye gidecekti. Telefon çaldı ve onu "Sigara içmek öldürür" yazısından uzaklaştırdı. Bu sefer yetişecek ve açacaktı. Hep aynı ritmde devam eden sesi susturmak için telefonu açtı. Karşısında yine hep aynı ritmde devam eden biri konuşuyordu. Telefonu açmamış gibi hissetti. İlgilenmediğini söyledi ve teşekkür ederek kapattı. Sonra yağmurun ıslattığı camı araladı, derin bir nefes çekti. Tekrar kapattı. Başında düşünmesini engelleyen şiir olan yatağa gitti.

Yorganın kendine ayrılan kısmını kaldırıp altına girdi. Yastığı buz kesmişti, yarısı başka birinin saçı tarafından işgal edilmişti. Elini başka birinin beline attı, dudaklarını başka birinin kulağına yaklaştırdı ve oynattı onları.

"Keşke ölseydin."

27 Kasım 2018 Salı

Oldurucu

Gittiğinde hava çok sıcaktı.
Eve dönüp çarşafta bıraktığın ıslaklığı hissettim
Birbirine karışan birkaç sıvı
Senin derinde işlenmiş birkaç sıvı.
Gittiğinde hava çok sıcaktı, hatırlıyorum.
Fantastik bir film izlemiştik o gece.
Karnında yatarken düşündüklerimin ağırlığıyla,
Sana anı en iyi anlatacak kitabı okuyordum.
Minik bir rüzgarın perdeyi aralayıp
Çıplak kollarını yalamasını hayal etmiştim,
Bundan yüzüme işledi kokun
Çıkmıyor hala.

Öyle oldurucu gülüyordun ki
Bütün umutlar tazeleniyordu.
Öyle oldurucuydu ki,
O çok sıcak havada gittiğinde bile
Uyumadan önce hep "bana" güldüğünü
O aynada bir yansıma bıraktığını ve
Bir gün geri geleceğini düşündüm.
Hepsi, her şey
Bir gün o aynayı toz edene kadar sürdü.
Parmaklarım parçalanana kadar vardın
Bir kalıntı olmanı kabullenemiyordum.
Parmaklarım parçalanana kadar,
Duvar ısınana kadar,
Gülüşünün olduruculuğuna tutundum.
Aylar sonra içimde ne varsa aktı
Sana benzeyen boşluklara.

İncelip kopuyordu omuzlarımda ne kaldıysa,
Her adımda büyük bir yük düşürüyordum.
Her adımda bir kıyamet koparıyordum.
Her kıyamette daha bir olmuyordu olacak olan ne varsa.
Yokluğuna sövmek için bir sigara daha yakıyordum,
Ölmek için bir sigara daha.
Bir sigara daha, şimdi yakıyorum.
Özlediğim bütün yükler için.

08.03.2018

15 Kasım 2018 Perşembe

Bir güz çağırma töreni

Siyah boynuzlarıyla bir keçi yatıyor eşiğimde,
Bu uğursuz düzenin kapı kolu oluyor.
Güz uçuşan yaprakları sarıyor üzerime,
Bir arabanın en arkasında
Korunaklı ama kuşkulu
Yolunda ama yalpalayan
Bir mevsimden emanet alıyor ruhumu.
Yaz bitiyor,
Sürünüyoruz Eylül'den Kasım'a kadar.

Yersiz bir üşüme tutuyor bahçenin etrafını,
Yalnız uyunan yatakların iklimine geldiğimi anlıyorum.
Üç nota basıyor uzun, ince ve beyaz parmaklar.
Üç notada sonbaharı çağırıyor dünyaya.
Hava öyle hızlı soğuyor ki,
Kış diriliyor sanırsınız görseniz.
Hava öyle hızlı soğuyor ki,
Kollarımda jilet çizikleri oluşuyor.
Görseniz yeniden doğan ruhumu,
Görseniz bahçede üşüyen çıplak ruhumu,
Ne kadar da savunmasız görünüyor.

Bir elini gömleğinin yenine saklamış,
Uykuya benzer gülüşler saçan kadın,
Bu rüya sana göre değil.
Bu rüyada trenler hep en ıssız yerde duruyor.
Yıllardır sabit duran kemiklerim
Bir kalp sakladığını anımsıyor.
Eskimiş bir Kıbrıs anforasından şarap içer gibi
Mevsimi bütün geçmişiyle anıyorum.
Meşe fıçıda demlenmiş anılarımı çekip çıkarıyorum.
Bu mevsimde ihtiyaç duyuyorum trenlere en çok.
Hiç gelmesin istiyorum tanıdık evler,
Bu mevsimde gitmek istiyorum en soğuğuna,
En yabancısına.
Lamelifin kollarını çekip doluyorum boynuma,
Bir atkıdan hallice oluyor üzerime.

Bu mevsimi çağırıyorum yeniden tutarak o eli,
Hiç gelmediği bahçeye çağırıyorum elin sahibi.
Hiç tatmadığı bir acıyla besliyorum onun içini,
Hiç özlemediği bir adamdan alıntılarla geçiyor ömrü.
Biliyorum,
Bir harfin kolları daha sık dolandı çünkü bana.

12 Kasım 2018 Pazartesi

İkinci kattan bodruma bir hikaye

Ben bu merdivenleri tepesinden tanıyorum,
Çok oldu birlikte inişimiz.
Bir de rengini bilmediğin beyaz bir koltuk tanıyorum,
Durmadan sayıklıyor geceleri.
Anlatıyor üstündeki herkese ikimizi,
Oturduğumuzu, kalktığımızı.
Artık yok olmuş bir manastırda yaşayan
Antikaya dönmüş tarih yazıcıları hatırlıyor sadece,
İkimizin arasında, beyaz koltukta,
Sıkışmış duran hisleri.
Yanımda uyandığın tarih
Daha sen doğmadan fısıldanmıştı kulağıma.
Bilirsin bizim adımız ezanla okunmaz doğduğumuzda.
Bundan tanınmayız ve korunmayız melekler tarafından.
Geldim, geldim ve inemedim bodruma.
Her nefeste aşina bir toz doldu ciğerime.
Koynundan tüten anneliği duydum yeniden.
Hiçbir sabah karına uyanmamış beni
Bir buzul ıssızlığında bulduğundan beri, üşüyorum,
Aynı sıcaklığa uyanamama korkusundan.

Getir topladığın pelin otlarını,
Şaraba duracak üzümleri, bir Salı günü..
Göğün beşinci katında, bir kapı önünde öğrendiğim
Su yerine kanla yapılan iksirle besleyeyim seni.
En kırmızı sudan içelim birlikte.
Sonra bir kitabın, bir kedinin sırtında,
Bir koltuk tepesinde veya bir tren kompartımanında
Çıplak toprağın üzerinde, etimize saplı dikenlerle
Şehrin en yüksek tepesinde, fazlalık alyuvarlarımızla
Bir cam kapı önünde, sönmüş ateşin külüyle
Sürünerek girip, koşarak çıktığımız evlerde
Parmaklıklarla kapatılmış pencereler ardında
Seninle boyanacak her evde,
En kırmızı sudan içelim birlikte.

Ölmeden, öldürmeden indiğim
Cehennemin ikinci katının anaforunda,
Bir bilge tanıdım.
Dünya dışında, yer dışında her yerdeydim diyordu.
Ya gökte ya yerin dibinde.
Cehennemin buzul çağını gördüm diyordu.
Senin beni bulduğun zamanlara denkmiş o günler.
Beyaz bir bardak kalan kahve izleri gibi,
Ateşle kavrulan cevherlerin bıraktığı gibi,
Adam başı bir çığlık bırakıyorduk havaya.
Sesi bile yutan bu ateş girdabı içinde
Bir biz canlı kalıyorduk.
Çocukluğumun görünmez su perileri çekip aldı beni.
Aynı nehir kenarı kokusunda anladım kıymetini.
Çünkü kuruyordu en dolu olanlar bile,
Kurumamak için seni yatırdım kaynağıma ve
Emanet kalemlerle yazılmış bir hikayeyi
Senin okuman için temize çektim.

Şimdi lekelenmiş ahşap üzerinde,
Kırmızı, siyah ve beyaz çizgilerin doldurduğu bu yerde,
Alnımı kimsenin sırtına koymadığım günler yaşıyorum.
Özlemin beni sürüklediği köşe başı taşlarında oturup
Şehri ilk soluyuşuna dokunuyorum.
Trenler geçiyor gözümün önünden.
Sonsuz uzunlukta trenler,
Hiç bitmeyen veda sarılmalarını doğuruyordu.
Ağır ve sancılı bir doğu öyküsünde
Tanık oluyordu bu doğuma her dinleyen.
Ben doğuyordum yeniden, yüzünü her görüşümde.
Hiç ölmeden, öldürmeden iniyordum cehenneme.
Yanında sessiz kalmanın bedelini çığlıklarla ödüyordum.

11 Kasım 2018 Pazar

O günler görülmüş bir rüya

Elleri uzadı yüzüme doğru,
Süt kokulu teni geçti tenimin üzerinden.
Rahminden yaptığı kupa içerisinde sundu
Mezar üzerinde biten otlarla demlediği çayı.
Meleğin iksiridir bu dedi,
Düşmüşün, düşürülmüşün dünyayı tanıyışının armağanıdır.

O günlerde ben,
Terminalin en ıssız yerine devrilmiştim.
O hep gelmişti sigaramı yakmaya,
Ve ikimiz, öksüz bir banka ana baba olmuştuk.
O günlerde gelenekti,
Herkes devrilerek ilerlerdi,
Tanrıdan saklanabilmek için.
Sabah beş çingeneleri tanırdı bizi,
Dokunmazlardı hiç.
Sonra çalışanlar gelip geçerdi yola uzanan paçalarımızdan.
Özlediğimiz kokuları taşıyan şehirlerden otobüsler gelirdi.
Sonrası sadece gidişti, her gelen giderdi ve
Banklar hep öksüz kalırdı.

Günü geldi ve kralların ölüşünü kutladık.
Tanrının hep yaşayacağı biliniyordu ama kralları ölürdü.
Yıllardır görmediğimiz vaadedilene kavuşmak için uyandık.
Yollar aynıydı ama
Yeri değişmişti alnındaki İsrail Vadisi'nin.
Ya da nereyi öpeceğimizi unutmuştuk kapıları açmak için.
O hızlı kaçışın ayak izleri hala duruyordu,
Isınmıyordu elleri, dokunduğunda etim donuyordu.
Onu taşıyamıyordum o tanıdık vadiye,
Ölüşünü izliyordum.

Ve yıllar sonra aynı rüyayı tekrar yaşarken,
Bıyıklarımda denizin tuzuyla uğurladım kendimi.

20 Ekim 2018 Cumartesi

Klasik bir veda öncesi sessizliği

Şehrin en ıssız yerinde susmakta iki kişi.
Eşlikçisi martıların renginde bir demir yığını üzerinde.
Şehrin ağırlık merkezinde yüzen bir iskelede
Hamurlaşmış havada sallanıp duruyor sessizlik.
Kanatlarında bin kilometrenin tozunu taşıyan martılar duyuluyor sadece,
Pervanesinin kanatları suyu dövmeyi bırakmış bir vapur var aralarında.
Bin yıldır unutulmuş bir rüzgarı bekliyorlar,
Bin yıldır unutulmuş bir rüzgar kıyıya çekiyor onları.

Ve nihayet vedaların son durağına, bir tren garına varıyorlar.
Bir usta görse garın saatini, şüphesiz bela çiçeğine benzetir.
Bir usta görse bu vedayı, bizi öpmeden mi gideceksin Lili der.
Kıyıya vuruşlarından da öncedir bu vedanın başlangıcı,
Kadının sokağın başında ilk belirişidir.
Kimsenin yaşamadığı bu şehirde,
Tek şahitleri bir otobüs şoförüdür.

Yalnız dolacaktır artık kadehler balkonlarda,
Harlanan bir sigara gibi ışıldayacaklar ayrı ayrı.
Kadın her gece, blues melodileri sağacak memelerinden,
Zarifçe kesecek bin adamın boynunu.
Güneş doğana kadar sürecek vereceği savaşlar.

Uzakta, çok uzakta kalacak adamın adı.
Bir gün döner diye beklediği herkesten bir parça,
Şehirlere bıraktığı tohumlardan bir parça,
İki dudağının arasında sönmeyen sigaradan bir parça
Ve dökülen saçlarından binlercesiyle yalnız kalacak adam.
Artık şehrin büyümeyen çocuğu olmayacak,
Çünkü büyüdüler, bir veda öncesi sessizliğinde.

Harabe

Hiç var olmamış bir çocuğun hatırı var üzerimde.
Doğduğum şehirde, döllendiği anda ölmüş bir çocuk.
Yaşasa, kitapların arasında papatyalar kurutacaktı.
Büyük Saat'in içinden çıkana benzeyen papatyalar.
Beyaz, ince derili ve yumuşacık bir el tarafından,
Kalın bir şiir kitabına saklanmış o papatya,
Var olmaya fırsat bulamamış bir çocuğa unutuluş hediyemdir.

Bir gün atacağım omuzlardan bu yükü de.
Ve bir adım daha yaklaşmış olacak dünyama,
Onlarca yıldır beklenen kuyruklu yıldız.
Beyaz, ince derili ve yumuşacık bir el tarafından,
Arta kalan ne varsa toplanacak.

Ortadoğu'da yıkılmış bir duvar bulunacak bir gün,
Hiç var olmamış o şehirden kalma.
Beyaz, ince derili ve yumuşacık bir el tarafından yıkılmış.
Kopçası kıyameti tutan o kadın,
Adım attığı her şehri yerle bir eden
O lanetli elden yapılmış kadın.
Benimle aynı koltuğa uzanmıyor hiç.
Karanlık bir yanı da var aramızdakinin,
Hiç var olmamış bir çocuğun ebeveynleriyiz.
Verilmemiş, verilse de tutulmamış sözlerin
Taraflarıyız.

Elleri olan; beyaz, ince derili ve yumuşacık,
Bir papatya bırakan, her kitaba,
Yıldız tozu toplayan, boş vakitlerinde,
Binlerce duvar yıkmış, bir kadın var.
Şimdi sıra içimizin surlarında, tapınaklarında.
Günü geldiğinde üzerinde trompet çalınacak,
Bir savaş borusu gibi çalınacak
Harabeleri üzerinde surlarımızın.

12 Ekim 2018 Cuma

Korkulan Adlar

Büyüttüğüm korkulardan şair oldum ben.

Adından korkuyorum,
Adın evimdir hep kaçtığım.
Adın beş harfli,
Adın ayın parıltısı.

Adından korkuyorum,
Adın delip geçer leylayı
Gözlerinin deliren ateşiyle.
Başın yaslandığında göğsüme
Ciğerimde nefesim katılaşır.
Donar azot bile.
Tuttuğunda kadehi tam karşımda
İçtiğim şarap lav olur.
Uzanınca öyle yanıma,
Kelimeler biter de
Dilim lal olur.

Adından korkuyorum,
Seni hep farklı çağırışım bundan.
Beş harfini bozmadan değiştiririm adını.
Ha Zehra, Ha Cihan, Ha Leyla.

Adından korkuyorum,
Bundan kendimi reddedişim.
Hiç görmediğim adamlara benziyorum aynada.
Ya Attila, Ya Ömer, Ya Mecnun.

Adından korkuyorum,
Mesela beynimde bir sigara yanıyor
Seni düşündükçe.
Dumanı ağzımdan salınıyor,
Yüzümde bakır kırmızısı,
Dilimde kanımın tadı olmadan
Sen de olmuyorsun.

Ama inkar edemem bir adın var senin,
Evim gibi korurum ben onu.
Teninde yaşar adın,
Teninde bulurum evimi.
Sen her gün farklı renkte kokan kadın,
Sende bulurum evimi.

3 Ekim 2018 Çarşamba

Kapı

İki kanatlı ağır kapının önünde esir alındım.
Bir meleğin sardığı tütün kadar güzel kokuyordu kalan anılar.
Kapı çeliktendi ve ağırdı,
Yüzüme dökülen saçlar kadar çelikten ve ağır.
Nefes alacak tek boşluk bulamıyordu insan,
Kapı göğsümün tam üzerine kapanmıştı.
Ciğerlerimde bir vurgun yanması,
Rüzgara karşı koşan çocuğun gece ağrısı vardı.

Gece oldu mu, şiirler taşardı sesimden.
Bir mum gibi yatağındayken sen,
Bir mum gibi aydınlatırdı yüzünü.
Gece oldu mu, karnında avcum.
Tam yirmibir gece karnın avlum,
Ben göğsüne yatmış yıkık, dökük baraka.
Ev demeye bin şahit ister, bin yıldır terk edilmişim.
Ama gece oldu mu, içimde şarap ve şiiri kavuşturup önüne sererdim.

Yamaçları ve rüzgarıyla ünlü bu parkı tutarım elimde.
Ne zaman bir şarkıyı ilk dinlediğim yerde tekrar dinlesem,
Elimi ilk tutuşunun nasıl da aynı yıldızlara denk geldiğini hatırlarım.
Ve kapı ağırlaşır, sözler kadar ağırlaşır.
Takvim yaprakları yere saçılır,
Saçların kadar güzel bir görüntüdür bu.

Ve aklım ağırlaşır kapı kadar.
Aklım bir tabure kadar bilgedir,
Sürekli bir arka sırtında.
Aklım Atlas kadar kuvvetlidir,
Koca gök sırtında.
Tam yirmibir gece,
Baktığımız yıldızların izi sırtımda.
Nefesini döktüğün kahveyle akarsın her gece,
Bir izi takip ederek sonsuzluğa dökülürsün.

İnsan neslinin kutlanmış kanına düşmanım,
Her isyanda ben hedef alınırım.
Sen topraktan doğmuş kadın,
Hep kutlanmışları savunursun.
Hep dizlerinden yaralanırsın bundan.
Yirmibir gece hatrına bir isteğim var senden,
Bayrağın altına kellemi sen koy.

2 Ekim 2018 Salı

Okyanus olsun

Uzaklarda fırtına bulutları bir şehri dövmektedir,
Ben bu vadinin korkusunu içimde hissederim.
Akvaryumlar duyarım kulağımda,
Omuzlarımda mavi balinalara has bir yalnızlıkla.
Boğulacaksam okyanus olsun derim bir masada,
Boğulacaksam yüzeye yakın olmayayım,
Dip kumlarına dokunurken gitsin canım.
Ölmeden seninle karşı karşıya olalım bir sefer,
Annem ağlamasın mesela arkamdan,
Bilsin, ölmeden önce yaşadığımı.

Dünyanın en acımasız iklimindeyim,
Topraktan çeksem ellerimi,
Bahçede çıplak bir sonbahar başlayacak, farkındayım.
Gözümle gördüm rüzgarın rüzgarla dövülüşünü bu kentte,
Koynumdaki kediye anlatmak istedim, çöl daha iyi diye.
Çöl daha iyi.

Vücudumu kesintiye uğratıyor içimden çıkan kollar.
Acı sütünü sıkıyorum kurtlu bir incirin,
İçine karışan bal, çocukluğumun anılarını taşıyor.
Boğazıma yapışan peteği hatırlıyorum,
Okyanus tabanına dokunurken ensem.
O zaman korkmuştum ölümden,
Şimdi korkmuyorum.
Bu vadinin korkusu, bu içimdeki.
Bu yerin altından gelen titreşimleri hissedip de
Sürekli tetikte bekleyen bir kedinin korkusu.
Bu ölümün korkuttuğu ben değilim.
Ben suyun altında bağırmaktayım
Ciğerlerimden bir kan kartalı yükselterek,
Boğulacaksam okyanus olsun diye.

12 Eylül 2018 Çarşamba

_E_KA_ (Öğrenilmemiş Kokular 13)

adam asmaca oyununda kurallar esnektir.

Yazın bitimini kutluyoruz, el ele.
Aynı manzaranın farklı açılarındayız,
Ben geçmiş, sen şu an.
Aramızda acımasız bir temas var,
Gece, her zaman olanından, serin.
Kimse bu kadar hızlı dolduramıyor,
Samanyolu yarığını.

Aramızda yıllarca ışık,
Doğru mesafeye geldiğimizde
Yeni bir melodi yaratacağımız aşikar.
Bir kontrbas teli kalınlığında akacak kan
Boynuma saplanmış tırnaklarını çektiğinde.

İçimde çözünüyorsun,
Bir alaşıma dönüşmeliyiz ikimiz.

Boynun tütmekte,
Toprağa saklanmış nem tütmekte.
İçinde ne saklıyorsan,
Yakınındayken alıyor beni.
Bütün şiirlerin dizelerine kısıtlama getiriliyor,
Bu defterde anlattığım şehirde.
Ve üstümüzden görünmez uçaklar geçiyor,
Başımızda bir bomba korkusuyla
Tramvayların açtığı patikalarda korkarak yürüyoruz.

Kurallarımı esnettim on yılda,
Üç harfini buldum aradığımın.
Artık bütün duyguları tutuyor
Kalan üç harfin filtreleri.
Yalnızlık geçiyor sadece elek aralarından,
Bu defter şehrine tek başına ulaşıyor.
Şehirde hiç yalnız kalmayan insanları vurmaya geliyor,
Bir kalabalık alanlar korkusu.

Aynı kalıptan çıkan iki insan kadar benziyoruz ama
Aynı çekilmeler olmamış hayatımızda.
Benim yorulduğuma sen yeni adım atıyorsun.
Benim eksilttiğim harfler sende ukte kalmış.
Bundan esneyen kuralların bile sınırı var,
Bundan suçlu hep erkek.
Bundan asılır adamlar,
Adam asmaca oynanmasa bile.

6 Eylül 2018 Perşembe

Eller, parmaklar ve tırnaklar

Her gece rüyamda eller,
Parmaklarını oynatır.
Ojeli tırnaklar, ışığın kaybolduğu
Siyaha boyalı tırnaklar.
Her gece rüyamda eklemlerinden kopan
Parmaklar.

Yaşam sadece,
Ellerin bitmeyen hareketidir.
Her gece bazı eller,
Bilinmeyen noktalarına dokunur,
Dünyanın.

Zihinde başlar krizler,
Eller, geceleri titremeye başlar.
Yorgunluktan da ölünür,
Ne kadar yorulduğunu düşünürken.
Sabah, ölü olarak uyandığını fark edersin.
Bir daha nefes alamayacağını hissettiğinde başlar gün.
Sabah, eller bırakır araştırmayı.
Sabah, yeniden doğmanın en parlak şekli.

23 Ağustos 2018 Perşembe

Islık

Kendi ıslığımdan kaçıyorum,
Beş boy suyun altında bile.
Çocukluğumun karanlıkta keşfettiği korkulardan birinden.
Paranoya kutularının sihri içinde dolanan
O azalmayan ıslıktan kaçıyorum.

İçimde bir çöküntüyü andıran oyuklar var şimdi,
Büyüdükçe ağırlaşan hisler yer edinir kendine.
İnsanların emanet ettiği ağırlaşan hisler.
Ben, bir yolculuk öncesi feda edildim.
Hep bir şehri bana tercih ettiler,
Rakiplerim hep çok güçlüydü.

Her yolculuk aslında içeriyedir
Ve her yolcu nefret eder çıktığı yerden,
Kimi yola mecbur kaldığından
Kimi yolu özlediğinden.

Camdan izlenen otoyol kenarları tarlalarına benziyor yaşamak,
Her gece farklı renkler sunuyor görmek için.
Bir ıslıktan korkup kaçtığın gecelerde,
Yalnız girince yatağına muhtaç kalıyorsun
O ıslığa bile.
Birinin seni düşündüğünü bilsen yetecek belki.
Zorunda kaldığın yolu özletir bütün eksiklikler,
Narenciyeleri soluna almak istersin,
D-bilmemkaç numaralı kara yolunda.
Öyle uçta yaşıyorsundur ki,
Bütün yollar içeriyedir senin için.
Ve güneş hep sağında kalır.

İnsan doğası yüzünden üzülmen gerekmez.
Bir matkap şakaklarını delerken bile gülebilirsin.
Birini kendi acın da yapabilirsin,
Her sabah ağrıyan ve kanayan yerlerinden sorumlu tutarsın.
Biraz doğuya, biraz kuzeye gidersin de,
Islığın seni çağırdığı yönden
Güneyinde olandan kaçarsın her zaman.

Korkma ıslığı takip etmekten,
Karanlığın ayak sesleri sadece senin kaçman için var.

13.04.2018

Bin yılın enkazı

Odamda bir yıkıntı olarak duruyordu hüznün iskeleti.
Üzerine çoğul lanetler işlenmiş odamda.
Kimseyi unutturmuyordu bana.
Hatırlama lanetini taşımaktan yorulmuştum.
Saçlarım uzadıkça beni lanetleyen kadının saçları oluyordu.
Onun saçlarının kıvrıldığı her yeri hatırlıyordum.
Başkent grisi her telin yerini biliyordum.
Ellerimle ayıklayıp kestiğim tellerle süslüyordum odamı.
Tek süslerim bunlar değildi,
Masada Rubaiyat ve masada Duino Ağıtları,
Rafta Pir Sultan Abdal.
Kitaplıkta ikinci yeni.
Bin yılın şiirini yaşıyordu odam.
Bu bin yılın adamlarının hüznüyle dolu,
Tozlanmış bir mektup zarfını andırıyordu.

Yatağım içimde ölmüş çocuğun mirası bana.
Biliyorum kimse temiz değil burada.
Sadece açıkça yaşadığım için suçluyum ben.
İçimden katil olduğum için suçluyum,
Köşede yıllardır duran örümcek ağlarını söktüğüm için.
Bazen yatağa inerdi örümcekler gibi, birileri.
Bazen onlardan miras kalırdı, küpeler ve diğer şeyler.
Yok etmeye çalışsam da odam hatırlar.
Çalınmadan açılan bütün kapıları,
Uyuyan bir ergenlik anısını hatırlar.

Ve dikilir bin yılın gözleri üzerime,
Her gece iki şiir ister benden.
Her gece iki şiir seçerim bin yıldır yazılan.
Hayyam, Rilke, Abdal, Süreya, Cansever, bazen Uyar.
Biraz geride kalır, mağrur bakışlarıyla Zarifoğlu.
Çantamda saklanır Temo, sokakta yaralı bir it koştururken.*
Arkadaş Zekai parlar pencereden,
Bolu ormanlarından bir koku çarpar suratıma,
Veda kokusu, Anadolu kokusu.**
Odamda bir mum gibi yanar Attila İlhan şiirleri,
Anlıyor olmanın ateşiyle yanar.***

Her gece iki şiir okurum odama,
Çağrılmayan Yakup çağrılır olur aramıza.
Ruhi Bey bir pesüs gibi yanarak geçer sokaktan.
Edip'in içinde doğuran memeli balıkları hatırlarım.
Ellerimin içinden kalkan cenazelerle karışmasın diye,
Ayrı tutarım onu.****
15 Mart zannederim her 25 Mayıs'ı,

Başkasının olan kadınlara şiir yazmayı da öğretiyor bin yıl.

-------------------

*
-Mes'ut Bir Tesadüfe Altıncı ve Son Mektup
Selim Temo - Jubile

**
-Sevdadır
Arkadaş Zekai Özger - Sevdadır: Şiirler

***
-Kaptan 1 2 3 4 5
Attila İlhan - Sisler Bulvarı

****
-Pesüs
-Kısa bir not
-Çağrılmayan Yakup
Edip Cansever - Sonrası Kalır I

Şehir

Rüzgarın sesini duyuyorum,
Vurulmaya açığım.

Dağları küstürme derdi babam,
Bundan hep başım dik gezdim.
Vurulmaya açığım.

Ve sen,
Dağları izlerken gördün beni,
En mahrem yerinde bir tutkunun.
Bir ağaca dokunurken izledin,
Akan suyu hissederken gördün.
Kişinin hayatı algılayışını resmetmeye çalışma şimdi.
Bir çıplaklıktan ötesidir hayatın ortaya çıkışı.

Bir eksiklik bulaştırdın kanıma,
Mutluluk tam olmayacak artık hayatımda.
Alyuvarlarımda yersiz heyecanlarlayım şimdi.
Tek bir savaşçı tarafından yok edilmiş şehirlere benziyorum.
Dönen ve sürekli üzerime gelen bir savaşçı tarafından.
Kapılarım açıktı, yenildim.
İnanıyordum, yenildim.
Bir truva atından değil,
En sevdiğim bahçeden çıktı düşmanım.
Benden kalan ganimetle binlerce asker doyacak artık.
Yanımdan geçerken seslerini duyacağım.

04.06 - 05.06.2018

Taklit (Öğrenilmemiş Kokular 12)

Alnına o kırışıklıkları kondurma,
Kurduğum hayallere denk oluyorsun.
Bir mimiğin taklidiyle başlıyor her şey,
Gülerken ıssızlaşmandan tanıyorum ilkinde.
Soğuk Aralık gecelerine dönüşmese de odamız,
Kötü bir yılın bitmesine seviniyorum yanında.
Bir kaldırımda duran varoluşun önünde
Sigara içerek volta atıyorum.
Onu kabullenmediğimle kalıyorum.
Ve sen,
Alnında kırışıklıklarla
Kabul edemediğim hayallere denk düşüyorsun.

İkincide hiç zorlanmadan çıkarıyorum kim olduğunu.
Saçların çok siyahlaşmış,
Benden nefret edişin karartmış tenini.
Üzerinde parlayan bir elbise gibi,
Vücudunu çepeçevre saran duyguların var.
En sert çelikten örülmüş, yapımı imkansız zırhınla,
Ellerimi kanatan dikenlerinle yanımda uzanıyorsun.
Yanımda büyüyorsun bir ırmak gibi,
Binlerce farklı kaynağın suyunu toplayarak.
Yanımda, sakin.

Üçüncüyü hiç mi hiç hatırlamıyordum,
Elleri ısınsın diye
Sigarasına sarılmış bir kız geliyor gözümün önüne.
Seni yakacağını bile bile ateşe sarılışını hatırlıyorum.
Ve hep uzun sürüyor iyileşmek.
Deri toparlasa da et hatırlıyor acıyı.
Yeşil elma kokusu sarıyor koltuğu.
Ateş kadar olmasa da taklidi bile yakıyor.
Çıkar sapladığın dişleri etimden,
Sen beni böyle tutarken
Savrulamıyorum.

21 Ağustos 2018 Salı

Hayyam

Bir trompet çalınıyor Merv şehrinin kalıntıları üzerinde,
Farsi bir şiir kulaklarımda.
Bin yılda bir gelen dilenci benim.
Bin yılda bir Hayyam olur,
Bu bin yılın Hayyam'ı benim.

Sanıyorlar ki,
Sade şarap ve şiir,
Sade bir Cihan sevmek yetecek.

Gözlerin de başın gibi yıldızlarda olacak,
Gittiğin her yerde birileri el üstünde tutacak,
Birileri yerde tekmeleyecekler seni.

Hatta bazen yakacak seni
Bin yıldır aynı sarığı takan başlar,
Bin yıllık sloganları atarak.

Yıldızlarını senden almak isteyecekler,
Usturlabını kıracak onların sopaları.

Gezip dolaşacaksın da koca koca şehirleri,
En son doğduğun eve kalacaksın.

Bin yılda birikecek birini Hayyam yapacak her şey,
Bin yılda belirlenecek yazgın.

20 Ağustos 2018 Pazartesi

Cam Kral

Tanrı tarafından terkedilenler
İsa'nın yakarışlarını anlamaya başlar.

Kürek kemiklerim arasında elçinin değil,
Kralın alameti var.
Üzerimde beni yağmurdan bile koruyan bulutla ilerliyorum.
Beni bir de tacımla görmelisiniz,
Atımın üzerinde ordumun en önünde koşarken,
Hiç ölmeyeceğime inanırsınız.
Beni bir de fatih iken görmelisiniz,
Fethedilenin her noktasını ezberlerken.

Eski camlar nasıl yeni olur bilir misiniz?
Kendi acemiliğini bulup içine karışır da,
Kimsenin anlamadığı bir nokta bulur yenilenmek için.
Renklerin hiç değişmediği bu döngüde,
Kimse krallık üzerinde hak iddia edemez.
Bundan böyle kırılgan olur camlar.

Bir gün,
Farklı bir renk olarak var olup camlar arasında,
Alametimi kanıtlayıp alacağım krallığımı.
Ve atlarımızın üzerinde şehirleri yağmalarken tanışacağız
Bin yıldır içimizde sakladığımız mutluluğumuzla.

Durgun

Çenemde bir ağırlık var.
Yaralarımdan kan dört dörtlük bir ritmile akıyor.
Sabah ezanı makamında bir bıçak saplandı avuçlarıma bu kış.

Deniz çok dalgalıydı seni beklerken,
Öyle dalgalıydı ki deniz,
Giderken geliyordu sular.
Termodinamiğin kanunlarını delmeye çalışıyordu deniz,
Bütün günahları içinde topluyordu.
Öyle yerlerdeydi ki yaralarım,
Her dansta bir daha açılıyordu.
Gece yeşil ışık aydınlatıyordu parkımızı,
Denizden çok uzakta iki martı geçiyordu üzerimizden.
Binlerce metre yukarıda ikimizi görüyordum.
Denizden çok uzakta iki martı gibi ikimizi.
Ama bana öyle kızma,
Dalgaların ve bulutların olduğunu söylemiştim sana.
Su demiştim,
Giderken geliyor.
Bana öyle kızma,
Güneş batmayı unutacak yoksa.
Vapur çok sallanıyor tutun bana.
Çıplak ellerimizle öldürdüğüm vapuru hatırlıyor musun?
Hiç gitmediğimiz bir şehirde,
Hiç görmediğimiz bir vapurdu.

Denizden uzak büyümüş kadın,
Nasıl korkardın rüzgarlı havalarda vapura binmekten.
Çocukluğumun Bergama vapuru kalkardı iki memenin arasından.
Sütünde denizin tuzlu rüzgarı bir esans olarak dururdu.
Teninden parfüm yapmak isterdim.
Montumun iç cebinde balıkçı tekneleriyle
Barınaktan kaçmış bir köpeğin acemiliği vardı üzerimde.
Bir korku nasıl sevilir bilmiyordum.
Seninle öğrenmeye çalışıyordum,
Bir kadını acıtmadan tutmayı.

Ve kaos,
Dört yanımı sarıyor artık.
Bir ada oluyorum insanlar içinde.
Yalnızca kendime güveniyorum.
Ve yalnızca bir insan yüzünü andırdığın
Karanlıkta oturma eylemlerini özlüyorum.
Öyle terk edilmişim ki
-Eski bir ofis binası gibi-
Yeterince uzaktan bakarsan arkamda ne varsa görürsün
Paramparça pencerelerimden.
Ve ellerimde kaynağını unuttuğum çizgiler var.
Yıkılacağım korkusuyla deldim etimi,
Binlerce yıldır damıtılan bir sıvıya bağımlı olarak terk edildim.
Hangi şekerden fermenteyim unuttum,
Hangi tatlı meyvenin aroması sindi derime inan hatırlamıyorum.

Artık su aynı yoldan gidip gelmiyor.
Bu körfezin dalgalarıyla dövüldüm,
En dalgalı deniz bile benim için durgun.

10 Ağustos 2018 Cuma

Hamur

Diğer günlere benzer başlamıştı her şey. Olan olayların herhangi bir sıra dışılığı yoktu fakat buna rağmen içimde olmaması gereken bir katılık vardı. Sisli havalarda insanın içini kaplayan doluluğa benziyordu. Bunu önce her zaman yürüdüğüm yolda fark ettim, kaldırımların rengi birkaç ton kararmıştı. Hatta bazı yerlerde yazılar gördüğümü bile düşündüm. Etrafımdaki insanlara bakıp onların da bir şeyler fark edip etmediğini görmeye çalıştım. Hayır, hayır, onlar için her şey normaldi. Kimse çevreyle ilgilenmiyordu.

Bu artık o kadar dayanılmaz bir hale geldi ki, yoldan geçen bir adamı durdurup sordum.

-Pardon beyefendi, havada bir gariplik yok mu sizce de?

Bu sorunun üzerine adam hiç konuşmadan kafasını yukarı kaldırdı ve inceledi. Kaldırımlara ve yollara baktı. Yüzünde oluşan şaşkınlık normale dönmüştü bile. Cevap vermeye gerek duymadan yoluna devam etti. Bu davranış beni gözlerimde bir sorun mu var düşüncesine itmişti. Görme kaybı yaşıyor olabilirdim. Ama hayır, evdeyken hiçbir şey yoktu. Öyle bir sorun olsa mutlaka evde de hissetmem gerekirdi. Yine de bir iç alana girip bunu test etmek için az önce önünden geçtiğim bankaya geri döndüm.

Sanki biri karşılıklı iki pencere açmıştı. Bütün sisten bir anda kurtuldum. Birkaç dakika oturup dışarı çıkan insanların tepkilerini izledim, kapı aralandıktan sonra insanları görememeye başlıyordum artık. Fakat onlar korkusuzca o beyaz hamurun içine dalıyorlardı.

Evime dönmeye karar verdim ve kapıya doğru yöneldim. Çok basit olacaktı, çıkınca sağa dönecek ve önüme bir tabela çıkana kadar ilerleyecektim. Sonra tekrar sağ ve sağda bulduğum ilk kapıdan içeriye. Ne var ki hiçbir şey planladığım gibi olmadı. Kapıyla aramda bir metreden biraz fazla kaldığında, açıldığını fark ettim. Bu korkutucu beyazlığı delerek bir el girdi bankaya. Ölüm öncesi deneyim anlarındaki kurtarıcıydı, rehberdi bu el. Arada geçen kısacık süreç o an bütün detayları ezberlememe olanak tanımıştı. Eldeki hangi kemiğin hangi açıyla durduğunu, hangi damarların daha belirgin olduğunu, bileğindeki ip bileklikteki renk sıralamasını.

Artık ışık tayfı kadar ezbere biliyordum bu eli. Bütün enerji değerlerini, dalga boylarını ve isimleri bildiğim gibi biliyordum. Milisaniyeler geçmemişti ki elin geri kalanı kendini sudan çıkmaya benzer hareketlerle içeriye attı. Hızını alamayıp omzuma çarptı ve durup gömleğinin omuzlarını silkeledi. Sanki çok tozlu bir ortamdan temiz havaya çıkmış gibi bakıyordu etrafına.

-Dışarıda havaya garip bir şeyler oluyor, dedi. Bir kişinin daha böyle bir durum yaşadığını duymak beni şaşırtmıştı.

-Galiba biz ikimizden başka kimse farkında değil. Başka kimseye sormayı denediniz mi?

-Ondan fazla insana sordum. İnanır mısınız herkes bana deli gözüyle baktı.

-Ben bir kişiye sormakla yetindim, sonra denemek için buraya girdim.

-Ben de. Çok iyi yapmışsınız, içinde durdukça yoğunlaşıyor hava. Tek başıma hissetmeye başladım ve korktum. En sonunda girilebilecek bir tek burasını buldum.

Kendi içimdeki korkunun artmasının nedenini, bankanın lambaları altında teni parlayan beyaz bir kadının yardımıyla anlamıştım.

-Burası güvenli bir yer ama durdukça güvenlik görevlisi daha sert bakmaya başlıyor. Evime dönmek için çıkarken size rastladım, dedim.

-Ben evime dönemeyecek kadar uzaktayım. Yolda belirtecek hiçbir şey de yok. Sizinle gelebilir miyim? diye sordu. Başka herhangi bir durumda bu soru kesinlikle reddedeceğim bir soruydu, fakat o anda birbirimize duyduğumuz bu muhtaçlığın tek çözümü buydu. O hamurlaşan havada tek başıma yürümekten korkuyordum. Evde kendi kendimi çözümsüz durumlara ve düşüncelere sürükleyip sokaktaki yalnızlığımı pekiştirmekten korkuyordum. Hem kadının cesareti de yok sayılacak şey değildi doğrusu. Bu ani güven ve yanlış anlaşılmaktan çekinmemeyi takdir etmeliydim.

-Tabii, dedim. Elinizi verin bana.

Teşekkür ederek elimi tuttu ve kapıyı sonuna kadar açıp dışarıya çıktık. Kapının kapanma sesini bile duymadım. Etrafımda kimse görünmüyordu. Yürürken zorlanıyordum ve tek hissettiğim kadının elimdeki eliydi. Bu yalnızlığı ve korkuyu hafifletmeye yarıyordu. Onu neredeyse çekiştiriyordum. Konuşmaya çalışıyordu ama onu duyamıyordum. Durdum ve yanıma doğru çektim, elimi bırakıp koluma girdi. İçimde bu beyaz yalnızlığın yanında beyaz bir huzur da oluşmaya başladı. Temizlenmiş hissediyordum.

Tabela kaldırımın uç kısmındaydı ve ona çarpmadan onun orada olduğunu anlayamayacaktım. Bu yüzden ikimizi de kaldırımın kıyısına kadar getirdim, ayağımla boşluğu hissettiğim ve bundan sonra yürümemiz gereken yolun dümdüz olduğunu ona söyledim. Sahiden de adımladıkça yoğunlaşıyordu etrafımız. Ne kadar zaman geçtiğini anlamamaya başlıyordum.

En sonunda alnım tabelaya çarptı. Fakat bu öyle normal bir çarpma değildi, yavaş ve yumuşak. Arada koruyucu bir kask varmış gibi bir çarpmaydı. Artık dönmemiz gereken yere çok yakındık ve kadını biraz ittirerek de olsa kaldırımın öteki ucuna taşımıştım. Apartmanların köşesine geldiğimizi hissettikten sonra ikimizi döndürdüm. Sol koluma kadının yüzünün önünden duvara uzattım. Kapıya gelene kadar devam ettik. Kapıyı hissedince kadına eğildim ve geldiğimizi söyledim. Beni duyup duymadığını bilmiyordum. Kolumda ağırlığını hissediyordum ama bu kıvamda bir havada sesin iletilmeden emileceğini düşünüyordum. El yordamıyla kapının kilidini buldum ve cebimdeki anahtarla açtım. Kendimi bu hamurdan kurtarmak istercesine kapıdan içeriye attım. Kadının vücudu geride kalmıştı fakat elleri kolumda duruyordu. Bu manzarada iki bileğinde de aynı ip bileklikler olduğunu fark ettim. Ellerindeki damarların farklılık gösterdiğini ve ezberlemem gereken yeni bir el olduğunu gördüm. Sonra kadını kurtarmak istercesine apartmanın içine çektim. İçeride Ağustos ayına yakışmayacak bir serinlik vardı. Bu zorlu yürüyüşte alnımızda oluşan ter tanelerini giderecek kadar serindi.

Kadın gözleri yeni açılmış bir bebek gibi etrafı izliyordu. Hayatında ilk defa merdiven gören birinin şaşkınlığına sahipti. Korkusu geçmemiş olacak ki hala koluma sıkı sıkıya sarılmıştı. Merdivenlere yöneldik, tırmandık ve sonunda o tanıdık kapının önünde durduk.

-İşte kurtuluş, kurtuluşumuz, dedim. Gülümsedi. Teninin ve ellerinin beyazlığında bir gülümsemesi vardı. Hiç tekinsiz değildi ve sanıyorum ki beni de tekinsiz bulmamıştı. Ya da bu güven sadece aynı yalnızlığı paylaşmaktan kaynaklanıyordu.

Ev dediğim, tek odadan ibaret bir yaşam alanından başka bir şey değildi. Bir yatak, bir tekli koltuk, bir masa ve bolca alan. Onu tekli koltuğa oturtup ikimiz için çay demledim. Bütün pencereler bembeyazdı. Bu ikimiz için hamurlaşmış hava bütün atmosferi sarıyor gibiydi.

Sürekli hayatlarımızdan bahsedip durduk. Dışarıda en ufak bir değişim gözlenmiyordu. İçeride zamanı belirleyen hiçbir şey yoktu. Saatin kaç olduğunu hiç bilmiyorduk. Bir ara yatağımda uzandığım yerde uyumuşum.

Uyandığımda gecenin seslerini duyuyordum. Uzakta cırcır böcekleri ötüyor, penceresi açık başka bir evden televizyonun cılız sesi geliyordu. Ağustos gecesini ufak bir esinti işgal etmişti. Çıplak bacaklarımızda kaldırımdaki ağacın yapraklarını yalamış rüzgarı hissediyorduk. Sabah yeniden sisle karşılaşmanın korkusuyla yanımda uyuyan beyaz ışığa sarıldım.

9 Ağustos 2018 Perşembe

Kül

Ve kadının nefesi dünyadan çekildiğinde, geriye ne şiir kalır ne de ilham.

En çok iz bırakan vedalar,
Hiç sarılmadan olanlardır.
Hiçbir yerinde kalmaz kokusu
Veda edilenin.
Kaybedebilirsin,
Hislerin kulağına fısıldayışını bile.
Uykuya çekilmeye zorlanır bütün büyüler,
Gövdenden bir vapur kalkmış kadar hafiflersin.
Hafiflemeyi en istemediğin zamanda hafiflersin.
Çünkü kadın çekmiştir sıcaklığını bütün dünyadan,
Yanman bile ısıtmaz,
Yeniden harlanmaz o kıvılcımın yaktığı ateş.
Ayrık ve yalnız,
Ve kurtarış anı es geçilmiş bir öykü başlar.
Başladığına benzer her şeyin bitişi.
Usulca kuyruğuna yeltenir yılan.
Günler mora döner kırmızıdan,
Yeniden başlarsın soğumaya,
Yeniden ısınana kadar sürer buzul çağı.
Dünyaya benzer bir insanın evrimi,
Dünyana dönersin sen de.

Önce annenin karnıdır dünya,
Sonra beşiğin,
Sonra için, odan, evin.
Uyurken sarıldığın ne varsa dünyadır.
Her "yeni"de dünyana dönersin,
Saat kaç olursa olsun dönebileceğin bir dünya bulursun.
Perdeyi aralayıp da bakmaz bile asıl dönmek istediğin dünya.
Hiçbir veda böyle iz bırakmaz,
Bir kaldırıma çöktüğünde anlarsın mesela,
Artık alacak nefesin kalmadığını.
O zaman yeniden unutursun başladığın yeri,
Soğumuş dünyanın küllerini.

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Odada İkimiz

Burada duvarlar bile sarardı artık,
Farklı yönlere giden arkadaşların hüznü var odada.
Ciğerimizde silsek de geçmeyecek lekelerle,
Kayıp dolu öksürükler hediye edildi arayan gözlere.
Yine bir kadehe sarıldık işte ikimiz,
Gözleri önünde bir paket sigaranın.
Henüz yanmamış ateşle yanmış ellerimiz,
Ölene kadar unutmayacağız parmaklarımızın dolanmışlığını,
Bir kuantum ilkesine göndermeydi elimi tutuşun.

Gece,
Kurt yüzüne benzeyen takımyıldızlar seçiyoruz.
Ayaklarımda yükseliyor kaşıntı yanındayken,
Efrasiyab'la birlikte yer altına kaçmak istiyorum.
Ateşin kızaran kısmı misafir oluyor kalbime,
Gözümü açsam kollarımdasın,
Kapasam kollarımda.
Arayan gözler denizine dalıyorum,
Sen şimdi uzaktasın, odamda yalnızım.
Bir şarkı çalıyor, odada ikimiz.

Dışarıda ayışıklı bir uyuşukluk,
Biraz daha nefes alamasan güneş doğacaktı.
Güneş yerine,
Evrimleşmiş bir sessizlik doğuyordu yatağında,
Bunu ancak şiirler bozabilirdi.
Güneş yerine,
Sen aydınlatıyordun geceyi,
Birlikte izlediğimiz ilk filmden bir alıntı olarak
Sen.

Etrafımızı saran hava,
Dünya dışından bir atmosfer.
Birlikteyken, sülfür soluyoruz geceleri.
Gündüz nefes alabilmek için,
Ölüyoruz geceleri.
Ayrıyken,
Sen bir ıslığa dönüşüyorsun
İki dudağım arasında tutamadığım.
Sonsuzluğa yayılan ses dalgaları oluyorsun,
Zamanla büyüyor başlattığımız yangın,
Yine de sonsuz uzunlukta aramız
Sana sarılırken bile.
Bundan bitmiyor kavgalarımız.
Bundan yeşeremiyor tohumlar ellerimizde.

30 Temmuz 2018 Pazartesi

Merih II

Kendimi ezip geçmiyorum seninle,
Kırmızı ve kıvırcık, kıvırcık ve kırmızı.
Eksiklik de keşfedilmelidir,
Kendimin eksikliğini seninle keşfetmeliyim mesela.
Kırmızı ve sıvı, mayhoş bir müzik.
Eksiklik de bilinmelidir.
En eski keşiftir çünkü bu,
Organlarının üstünü örten bir örtünün eksikliğini keşfetmişti
Baba ve Anne.
İnsanı yaratan ilk döllenmede,
O mutant bile keşfedebilmişti eksikliği.
Sen koluma girene kadar keşfedememiştim,
Hayatımdaki kırmızı eksikliğini.
Sıvı, mayalı ve kavun kokulu.

İki yaşında bir şiir yazılı sırtında.
Bir şehrin en yaşlı meydanındayız mesela,
Kaleden iniyor bir karbondioksit seli,
Yeşil bir çığ oluyor başımda, kemiklerin hemen altında.
Yeşil bir çığ oluyorsun, bütün kırmızılığınla.
İki yaşında bir şiir olarak doğuyoruz bu mevsimde.
Adını Merih koyuyorum.

Saçlarından başlıyor bir devrim,
Ve saçların gibi yok oluyor bir düzen.
Geceleri güneydoğudan geliyorum yanına.
Geceleri yükseliyorum yanında, sabahın kızıllığına dek.
Göğün ikinci katından iniyorum yanına,
Bir zemin kat daire tartamıyor ikimizi.

Bak tuttum getirdim yakınına koca gezegeni.
Bir sefer öldüm iki yılda,
Kırmızı olmayan bütün renkler boşaldı vücudumdan.
On defadan fazla kirlettim yüzümü,
İşlek caddelerin çamurlu suları aktı ağzıma.
On defadan fazla boyadım onları,
Senin kırmızılığına kavuşamadılar.
Ve öyle keşfettim bu eksikliği,
Bir örtü gibi şiir eksikti aramızda.
Tanıdığım gecenin hatrına.

Merih

28 Temmuz 2018 Cumartesi

ufalan/an

Yıllardır duvarları izleyen bilgeler tanıdım,
Hayatlarına soluk bir renkle devam ediyorlardı.
Kendi ten renklerini bile gri, mavi bir renkte görüyorlardı.
Oysa bir kadına dokununca renklenir dünya.
En kötü şarap bile ballanır dilinde,
Temas alanında oluşan ter katılınca tepkimeye.
Her kadınla aynı olmaz ama.

O kadın,
Yani o bilgelerin bilge olmasını sağlayan kadın,
Ufalan gövdeni yasla göğsüme.
Aylarım senin yanında harcansın istiyorum.
Kavuştur kollarını, memelerin taşsın yerinden.
Kavuş bana,
Kavuş bana en yaralı yerimden.

O kadın,
Yani sen işte.
Sen gidince bile renkler kalıyor odamda.
Kavuşuyorum kendi kendime,
Bir kitapla mesela.
Mest eden bir saldırı oluyorsun ömrüme,
Savunsam bile kendimi,
Yıkıntılar içinde kalıyorum.

Bak bu parmağım da yaralı, görmüş müydün?
Sebebi en sevdiğim kitaplardan birinin yetmişinci sayfası,
En sevdiğim şehirlerden birinde Ağustos'un 18'i.
Hiç durmuyor kan görüyor musun?
Bir nabız gibi, yanında daha da çok kanayan bir yara.
Baktıkça, durdukça azıyor.
N'olur kavuş bana,
Dinsin bu yabancı kan.

Yanında rüyalarım güvende olsun bari,
Birileri çıkıp gelip de bakmasın yüzümüze.
Tanıdın mı beni, demesin kimse.
Yanında hem güçlü hem güçsüz olsun adım.
Ve n'olur doğmasın güneş yeniden.

3 Temmuz 2018 Salı

Bahara Yolculuk

“Bir gün biz de mavi gök altında kırmızı gülleri göreceğiz!”

Şaman bağırdıktan hemen sonra bir yıldırım düştü yapraksız bir ağaca. Neredeyse ölmek üzere olan ağaç dikine çatlamaya başladı. Çatlağın ilerleyiş hızı ve yıldırımın gökten iniş hızının tam tersiydi. Ağır ağır ve her dokunun birbirinden ayrılışını insanlara duyuracak şekilde ilerledi. Yoğun bir yağmur başladı yeniden. Dünyanın bu kısmı ne zamandan beri lanetlenmişti kimse bilmiyordu. Yeni doğan nesiller gökyüzünün aslında mavi olduğunu duyduklarında inanmıyorlardı artık. Hatta ışığın o karanlıkları delip geçen inatçılığı olmasa güneşe bile inanmayacaklardı. Güneşin varlığına inanmalarının tek nedeni her seferinde gece olmasıydı.

Topluluk yağmurdan korunmak için yıllar önce yaptıkları yeni ve daha dayanıklı çadırlara doğru koşmaya başladı. Şamanları bugün de fırtınayı önleyememişti. Göç etmeyi unutmuş bu topluluk artık tamamen tükenmek üzereydi. Yeni doğan bebekler açlıktan ölmeye başlamışlardı bile. Şamanları kimyalarında göç etmek olduğunu söylemişti geçen sene. Ama insanlar bulutları dağıtamayan bir şamanı öyle kolay dinlemezlerdi. Artık bitkilerin kökleri de tükeniyordu, gitmek zorundaydılar.

Güneyde Dofan dağları sıralanıyordu. “Dofan” onların dilinde dönmeyen anlamındaydı. O akşam yağmur durduktan sonra, çadır kentin meydanına kocaman bir ateş yaktılar. Sırtlarını ateşe dönüp Dofanları izlemeye başladılar. Gecenin bulutlarından daha karanlık görünen dağlar hepsini korkutuyordu. Başka şansları kalmadığını kabul etmişlerdi. Şamanları son kalan yapraklarını yolculuk duası için kullanacaktı. Ulu bir an için çadırında hazırlanıyordu.

Ateşin üstüne aylar sonra büyük kazanı koydular. Bu fırtınalı zamanların en büyük ayini olacaktı. Su kaynamaya başlayınca şaman çadırından çıktı. Bir kabuk kapta iyice ezdiği yapraklar elindeydi, karnından dizlerine kadar uzanan mavi ve mor tören kuşağını sarınmıştı. Onu gören görevliler, hazırlıklara başladılar. Çalgıcılar bakımını yeni yaptıkları davullarını taşıdılar. Meşaleciler etraflarını aydınlatmak için bezlerini yağladılar. Bekçiler ateşin etrafını temizlediler ve halkanın en dışına geçtiler. Sakalar taslarını ve sürahilerini ateşin yakınına getirip hazırladılar. En son demleyiciler ayaklandı ve şamanın elinden öğütülmüş yaprakları aldılar. Bu görev dağılımı ve planlama o kadar seri gerçekleşti ki, dışarıdan biri izlese her gece yaptıklarını düşünürdü.

Şaman ateşin etrafında yavaş adımlarla yürüyerek uğurlama duasına başladı. Çalgıcılar yavaş, çok yavaş, bir melodiye başladılar. Demleyiciler ağaç kabuğu tertemiz olana kadar kaynamakta olan suda yıkadılar. Bütün yapraklar suya geçmeliydi. Elleri kaynar suyun üzerinde ve içindeydi ama hiçbir acı belirtisi göstermiyorlardı.

Şamanın duası ve davullar aynı anda hızlanıyordu. Demleyiciler daha bir şevkle karıştırıyordu. Şamana Tanrı adasına giden kayığını hazırlıyorlardı. Kaynayan sudan mest edici kokular yükselmeye başlarken şamanın duası da yavaşladı ama davullar hızını korudu. Şaman göğe haykırmaya başladı.

“Ey göğün yarığı, kayığım ol. Ey büyük kepçe, küreğim ol. Yolumda destek olun, gün doğmadan Tanrı adasından geri getirin beni.”

Sakalar bu sözler üzerine sürahilerini kazana daldırmaya başladılar. Demleyiciler gibi onların da yüzlerinde herhangi bir acı çekiyor ifadesi oluşmamıştı. Çemberdeki herkese çaydan dağıtmaya başladılar. Sakaların lideri, en ulu görevlerden birini yapıyordu, şamana çayın ikram edilmesi. Tören kasesinin bakıcılığı ondaydı ve bu görevi hayatının her anında sürdürmekle yükümlüydü. Tören kasesi bir bardağı andıran, tahta bir kaptı. Dışında çaprazlama ve karo şeklinde oyulmuş ve içleri kırmızıya boyanmış motiflerle süslüydü. Ağız kısmında ateşin yanında kıpkırmızı parlayan bir taşla süslenmişti, bu taşların birleştiği yerdeki iki taş iç içe işlenmiş ve bir sonsuzluk imgesi yaratılmıştı. Onlar bu tören kasesine, kendi dillerinde yılan dişi anlamına gelen, Uul ismini koymuşlardı. Ve sakaların lideri olan aile ise “Uulkar” ailesi olarak anılırdı, yüzlerce yıldır şamanlara en çok yardımcı olmuş aile buydu.

Sakalar da çaylarını içtikten sonra, şaman ve sakaların lideri kalan çayın hepsini tüketti. Bütün çay bitince davullar gittikçe hızlandı ve şaman ateşin etrafında dans ederek elinde tuttuğu bendir benzeri çalgıyla davulların ritmini kontrol etmeye başladı. Bu geceye özel bir ritimle başlamıştı. Çemberdeki herkesin kalpleri şamanın çalgısının altında titreşen iki yay gibi titriyordu. Hepsi, çayın da etkisiyle, kendilerini başka bir dünyaya geçirmesi için şamana odaklanmıştı.

Sonra şarkı başladı, şamanın boğazından yükselen sesler herkesi ele geçiriyordu. Ateşin etrafında doğu yönüne kadar döndü ve durup kuşağından maviye boyalı küçük bir küp çıkardı. Küp içindeki suyu toprağa döktü. Sonra kuzeye doğru dansını sürdürerek devam etti. Kuzeye geldiğinde yere kapaklanıp nefesiyle toprağa üfledi. Batıya geldiğinde kuşağından içinde kırmızı toprak olan bir kese çıkararak yere bir çember çizdi. Son olarak güneye geldiğinde oturup yeri kazıdı. Sakaların lideri ona ince odunlar ve tutuşması kolay olan kurumuş otlar getirdi. Kuşağındaki son malzeme olan çakmak taşını kullanarak bu otları tutuşturdu.

Dört element ve dört yön. Su doğudaki denizleri, hava kuzeyde esen çok güçlü rüzgarları, kırmızı toprak batının madenlerini ve ateş güneydeki sıcak havayı temsil ediyordu. Yolculuk ayini bu dört elementin dört yöne yerleştirilmesiyle başlayıp gidilecek yönde sabit kalınarak devam ederdi. Bu ateşin başına toplanan ruhlara, hangi yolun korunması gerektiğini göstermek anlamına geliyordu. Şaman artık oturarak devam etmeliydi.

Omzuna astığı çalgısını indirdi ve yeniden davulcuları kontrol eden ritme başladı. Bir el hareketiyle ayinin gelişme kısmına gelindiğini işaret etti. Bu aşamadan sonra kontrol şamandan düşecekti, tam bir geçiş başlıyordu. Bu geçişi kolaylaştıracak olan flütü bekçiler çalacaktı. Çaydan içmeyen sadece onlar kalmıştı. Hepsi flütlerini çıkardı, yan yana koyulmuş iki borudan oluşan bu çalgı, nefesi büyülü bir ezgiye çeviriyordu. Davulcular yarı bu dünyada yarı öbür dünyada olacak kadar içmişlerdi. Amaçları şaman adaya giderken kıyıdan ona güç verecek ezgilere devam etmekti. Şaman yaratıcıyla görüşecekti.

Ve her inançta olduğu gibi onların yaratıcılarının da bir ismi vardı. Kaklüthe, tohum eken kişi anlamına geliyordu. Şaman, tohum eken kişiyle konuşup yapacakları yolculuğu sormalıydı.

Flütle birlikte şaman ateşe bakarken gözlerini kapattı. Son gördüğü şey, yanmaya yeni başlayan bir odunun ateşi büyütüşü oldu. Başı öne düştü ve yavaş yavaş yere çömeldi. Bağdaş kurarak oturdu. Uzamış tırnakları toprağın üzerinde sürünüyordu. Flütlere uygun olarak, sadece çok kısa bir aralıkta gidip gelen düşük frekanslı bir sarkacı andırıyordu. Kapalı gözlerinde son gördüğü görüntü sürekli uzaklaşıyordu. Ağır ağır geri çekiliyordu şamanın kendi bilinci. Atalarından miras kalan bir üst bilince kavuşuyordu. Bu üst bilincin aydınlattığı dünyaya geçiyordu. Tanrının dağının zirvesinde bir göl, gölün ortasında bir ada. Bütün kabile ancak gölün kıyısına kadar gelebilirdi, sonrası sadece şaman ve şamanın kanına sahip olanlar tarafından görülebiliyordu.

Şamanın göz kapakları ardında ateş uzaklaşmaya devam ediyordu. Topluluğu gölün etrafını sarmış ve onu gözetmekteydi. Ne büyük bir sorumluluk! İnsanlar hem sana bir şey olmasın diye seni gözetmekte hem de senden beklentilerinin yüksekliği karşısında çok çabuk kırılabilmekteydi. Bu yük şamanlar doğduğu andan itibaren omuzlarında oluyordu. Şamanın kayığındaki en ağır yük ne kendi bedeni ne de kocaman kalbiydi. Kırk üç kişilik bu kabilenin, her birinin beklentisi farklıydı ve her biri şamandan katlarca ağırdı. Bu yolu gidebilmesini sağlayan ise her birinin duası ve Tanrıyı kalplerinin bütün saflığıyla, lekesizliğiyle kabul etmesiydi. Eğer bu çemberdeki kişilerden biri bile Tanrıyı reddediyor olsaydı, şaman yarı yolda suyun dibini boylardı. Sonunda ateş daha fazla uzaklaşmadı ve şamanın bedeni bir çarpmaya uğramış gibi sertçe öne doğru eğildi. Adanın kıyısına gelmişti, bundan sonra kapıları sadece kendi kanı açabilirdi.

Kayığından indi ve kendi boyunun üç katı olan, asla kirletilemeyen beyaz bir kapının karşısında durdu. Başparmağını köpek dişleriyle ısırarak kesti ve kapıya, kendi kanıyla, tabanı yukarıda kalacak şekilde bir üçgen çizdi. Üçgen tamamlandıktan sonra beyaz kapıda bir saniyeden az varlık gösterebildi. Her gelişinde kanını akıtmalıydı şaman. Beyaz kapı yavaş bir şekilde iki kanadından içe doğru açılmaya başladı. Tanrının davetkarlığı bütün gölün yerini beyaza dönüştürdü, çemberdeki herkes açılan kapıdan gelen o kokuyu hissetti. Bekçiler ve davulcular ezgilerini Tanrıya duyurabilmek için daha güçlü üflemeye, vurmaya başladılar.

Sonra şaman bu kapıdan gelen güçlü ışık içinde kayboldu ve kapı kapandı. Sallanmayı ve hatta nefes almayı bile bırakmış, bir heykel gibi ateşin başında donmuştu. Tanrıyla tam olarak ne konuştuğunu kimse bilmeyecekti. Görseler bile anlamayacakları bir lisandı bu, ağız açılmadan konuşulurdu.

Ve şamanın arkaya doğru savruluşuyla ayinin sonu görünmeye başlamıştı. Topluluk yeniden o mükemmel kokuyu duydu ve şaman kayığına bindikten sonra kapı kapandı. Kapanan kapının rüzgarı şamanı kıyıya taşımaya yetmişti.

Şaman gözlerini açtığında ayin bitti. Çalgılar sustu. Herkes bir cevap bekliyordu. Şaman gözlerini yukarıya kaldırdı, bulutlara rağmen ayın yerini anlayabiliyordu.

Sonra halkına döndü ve “Güneye gitmiyoruz.” diye bağırdı. Ayağa kalktı, herkes şamanın sesiyle uyanmış ve tazelenmiş gibiydi. “En beyaz yıldızı ayın altında gördüğümüz zaman doğuya gideceğiz.”
O günden birkaç hafta sonra, ay yeniyken, görülebilen yıldızların en beyazı ayın altına geldi. Sabah bütün topluluk yola çıktı. Büyük ve donmuş bir nehri, alçak sıra dağları geçtiler. İnce buzlu göllerden ve devasa ormanlardan sonra birçok av hayvanının ve verimle toprakların olduğu bir ovaya yerleştiler. Kırk üç kişiden yirmi kişi hayatta kalabilmişti sadece. Yıllardır sakladıkları tohumları ekip biçtiler. Ve bütün insanlık, sadece yirmi kişiden yeniden oluşmaya başladı.

O gece, o toprağın üzerinde yapılan ayin güneşli günler geldiğinde dahi unutulmadı ve Şaman Lot’un büyük ayini olarak günümüze kadar uzandı.

30 Haziran 2018 Cumartesi

Yaz

Çekirdeğine saklandığımız dünya bir ışık tarafından işgal ediliyor.
Yağmura kanıp yüzeye çıkmaya çalışan solucanlar kuruyacak önce.
Yaz geliyor.

Kabukları kırık salyangozların öldürülmesi kanunlaşacak ve
Ezilen salyangozlarla dünyanın yüzeyi de çekirdeği gibi sıvılaşacak,
Yaz geliyor.

Işığa kanmamam için beni ayaklarımdan yakalamalısın,
Dünya genleşip ışıyacak, saklanmalıyız,
Yaza yakalanmamak için.

Harman akşamların sonu geldi,
Ömer ile Cihan olamayız daha fazla,
Yaz geliyor.

Kıvırcık bir gölün çamurlu suyunu besleyen,
Kan taşıyan nehirler bile kurumaya başladı,
Herkes yazın getireceği barışı bekliyor.

Biteceği bilinen barışın huzursuzluğunu yaşayacağız,
Beni bu yalancı parlaklığın çekiciliğinden uzaklaştır,
Yazın duygusuzluğundan al beni.

22 Haziran 2018 Cuma

Siyah Bayrak

İsyan bayrağı altında doğduk,
Aynı çiçeğin tohumuyuz,
Demlendikçe değişti tadımız.
Ama aynı ağzın içine girdik mi,
Bu özden kaçamayız.

Ben hiç kapılmadım bu kırmızı parıltılara,
Bayrak siyahı saçlarda gezdi hep parmaklarım.
Ben hiç ganimetten saymadım seni,
Kendisiydin hep savaşımın.
Bir iç savaşın en başında,
Gökteki en kararlı alamettin.
Kurumuş yaprakları duymaz,
İncirlerin büyüyüşünü anlamazdın.
Şarabın iyisini bilmez,
Kadehin temiz olmasına bakardın.

Ben şimdi üzümlerinin kırmızı ışıltısını özlerken,
Şarabın keskin tadına kaldım.

Bir isyanın en görkemli şehrinde doğduk,
Bundan sert başlıyor kavgalarımız.
Mesela sen,
Bir mollanın kafasını kesiyorsun içimde.
Ben senin en güvendiğin kurmayını öldürüyorum.
Aynı bahçede bitmiş iki bereketsiz ağacız biz.
İkimiz bir gölge bile yapamazken,
Meyve vermenin hayali yaktı bizi.
Ama yine de bekleriz siyah bayraklarla,
Bir dağın arkasında saklanan baharı.

17 Haziran 2018 Pazar

Kanama Sokakları

Senden sonra aynı yolu defalarca yürüdüm,
Başka kadınlarla.
Hep aynı yarayı kanatarak,
Her saniyesini hatırladığım
Mükemmel bir travmaya dönüştürdüm seni.

Sevdik sokakta omzuma devrilen yorgun kadın,
Aramızda tüneller kaldı hep.
Rüzgarlı bir dağı çökmekten kurtaran tüneller.
Çok şeritli yollara, sürekli artan alkol fiyatlarına alışırken
Hiçbir değişime uğramayan bir kanamayı taşıyamıyorum.
Çünkü sevdik sokakta,
Hiçbir kadın öyle güvenerek yaslanmadı
Yanındaki adamın omzuna,
Bütün tezatları unutarak.

Yanan bir lastik kokusu benim çocukluğum,
Kaçak gidilen bir mayıslar.
Kalbimde doğuştan yanar durur
Özgürlüğün, prangasız yaşamanın ateşi.
Cebimde bir Nazım şiiriyle büyüdüm.
Sense korkarsın
Bir nevruz kutlamasının kokusunu duysan.
Örtülü balkonlarda, sırlarla büyütülmüş kız.
Hiç bilmedin rakının kokusunu çocukken,
Yanlışlıkla su yerine içip de günlerce kusmadın.
İzin verilmedi bir felsefen olmasına,
Düşüncelerini kendine saklamaktan böylesin.
Nerede bir savaşçı görsen, hem korkup hem imrenirsin.

Sevdik sokak hiç böyle zıtlık görmemişti.
Altımızda bizi ortak kılacak çizgilere sahip olmayan kesirlerdik,
Tam sayı olma isteğime ikimiz yenik düştük.
Bir çizgi çizmeye çalışırken kendimizi yaralayıp
Varlığımızın kırılgan iğneleri için özür bile dilemedik.
Şimdi,
Yıkıcı olmaya çalışarak söylenen sözler
Hafızamızda en büyük yeri kaplıyor.

Artık bütün yaşama telaşları üzerimizde,
Herkese değiştik birbirimizi.
Gerçek olmayan bütün hislerin ağırlığı
Kanama sokaklarında nefesimi daraltıyor.
Yere kapaklanmışken göğsüme yediğim tekmelere benziyor,
Kanama sokaklarında geçen her saniye.

Biliyorum,
Ne o şehirler taşıyacak yükünü,
Ne de o adamlar.
Zamanı geldiğinde,
Sevdik sokağı artık yalnız adımlayacağız.
Eskilerin ayak izlerini görmezden gelerek,
Hiçbir anıyı anmayarak,
Boydan boya geçeceğiz.

Biliyorum,
Sevdik sokak bir daha böylesini görmeyecek.

13 Haziran 2018 Çarşamba

Kök ve kül (Öğrenilmemiş Kokular 11)

Sen bana birini andırıyorsun canım,
Yüzünü bir yerlerden biliyorum.
Yaşadıkların ve kaybettiklerin tanıdık bana.
Dünyanın kustuğunu gören gözlerimiz
İçimizdeki karanlık noktaları görebilir biliyorum.

Sen bana birini andırıyorsun canım,
Ellerini daha önce tutmuş gibiyim.
Elma ağacının gölgesine mi koşuyorduk,
Sana kırmızı bir meyve mi uzatıyordum hatırlamıyorum.

Şehirde bin yılda bir açan çiçeğin,
En nadir rengini buldum seninle.
İçimde bir kurt uludu sabaha kadar.
Bir keçi atladı kayalıklardan,
En dipte açan çiçeği koparmaya.
Çünkü hayatta kalmak için savaşıyorsan,
Yaşıyorsun demektir.

Artık topraktan beslenmiyor köklerimiz.
Can suyumuz tükendi,
Canımız hayatta olsa kaç yazar.
Sen bana köklerimi andırıyorsun canım.
Susamış ama suya muhtaç olmayan köklerimi.
Derimize sinmiş kül kokusunun intikamını almamız lazım.

Öldür beni,
Yeniden doğmam lazım.

12 Haziran 2018 Salı

Alıcısını bekleyen bir paket için

Ben,
Bir kitabın iç kapağında bulaşmış grafit tozuyum.
Mavi bir çantanın içinde,
Aylarca tutunacak bir yer aradım.
Bu kitaba kadar yalnızdım.

Şimdi yüz sayfa kadar arkadaşım var,
Biraz kumaş eşlik ediyor bana.
Bir de kurumaya yüz tutmuş çiçek,
Artık kokmayı bırakmış.
Bana eski bir arkadaşımı hatırlatıyor,
Yıllarca etrafımı sarmış tahta parçasını.

Yeni arkadaşlarımla bekliyorum şimdi,
Yaşlı bir postane memuru eliyle rafa yerleştirdi beni.
Yıllar önce aynı rafta tanıdık bir koku beklemiş
Yeni sahibine gitmeyi.

Günlerdir, giden yüzlerce paketin içinde
Alınmayan sadece ben kaldım.
Mavi çantanın sahibine benzeyen kaderimle,
Elleriyle hatırlanan bir kadın tarafından alınmayı bekliyorum.

11 Haziran 2018 Pazartesi

Farklı bir cehennem

Bir meleğin uzattığı sigaralıktan ibaretti yaşadıklarım,
Artık boğazımı yakmıyordu nefesler.
Boğazım, farklı bir cehennemde kavrulmuştu.
Bir melek sarmıştı yaşananları.
Dilinin kutsal ıslaklığıyla çarşafı yalamıştı,
Parmaklarının Tanrıdan gelen gücüyle yuvarlamıştı bu sigarayı.
Ben farklı bir cehennemde kavrulmuştum,
Sigaranın ucu parmaklarımı yakardı benim.
Bir meleğin öpücüğü korumuyordu parmak uçlarımı.

Bir tokattı bu,
Bir tokattan ibaretti yaşadıklarım.
Düştüğümde beliren
Ama yükselirken oluşmuş yaralardı hepsi.
Bir tokattı yaşadıklarım,
Tanrının elinden çıkmamış bir tokat.

7 Haziran 2018 Perşembe

Acınası bir bekleyişe sebep olana ilk mektup

Benimle yıldızların olacaktı,
Gökyüzündeki semazenleri sana hediye edecektim.
Binlerce masal vardı içimde anlatılacak,
Ateşin başında, yatağımızda, balkonda.
Şehrin nemli havasında asılı kaldılar.

Bu değersiz değerli kağıtlardan,
Ekonomiden, seçimden, siyasetten
Her şeyden uzak,
Bir vadinin çıtırdayan seslenişinde buluşsaydık.
Tanımadığın meleklerden bahsetseydim sana,
Meryem Ana'dan, şaraptan ve İsa'nın zahmetli doğumundan,
Hızır'la Musa'nın yolculuğundan,
Bir Fenike kayığına işlenmiş şekillerden,
Jung sembolizminden, Marx'tan,
Toplumcu şairlerden konuşsaydık.

Tanrının yok ettiği şehirlere gitseydik,
Dış politikanın nasıl toparlanacağını değil de
Başı kesilen elçilerin atlarının yollarını nasıl bulduğunu anlatsan.
Toprağın tarihini sorsan bana,
Sonra en eski ağacı bulmaya çalışsan dokunarak,
Yirmi yaş şiirleri dizilseydi boğazıma.
Mesela hangi suyun daha lezzetli olduğunu tartışsak.
Vadi izin verdiği kadar günaha bulansak,
Kışa yemek biriktiren karıncaları unutup.
Kutsal kitapların ilk sayfalarından yazmayan,
Unutulmuş günahlara.

Gel kurtulalım bu kavuşma muhalifi,
Zift ve çakıldan oluşan duble yollardan.
Şehirlerin çöllüğünden.
Uğur böcekleri gezsin bileklerinde,
Bir şaire anne baba olalım.
Yaralarımız unutulana kadar küfredelim.
Atmosfere ulaşmadan çam iğnelerinde takılı kalacak küfürler.

Dolunayda yan yana beklesin gölgelerimiz,
Gecede o şarkıdaki gibi leylak kokusu,
Bir de gençliğimizden bir şiir olsun.
Sana, lavanta kokan şiirler toplayabilmek için,
Bunca çıraklık yaptım en kötü atölyelerde.
Yıllarca aynı bahçede yazdım yaşamayı,
Sen ol, üzerine konuşalım istedim,
Yaşamak yazmadan da anlam kazansın istedim.

Lut

Gözümü kapatsam gökyüzü bile yok,
Senin getirdiğin maviliklerle böyle savaşabiliyorum.
Bu karanlık koridoru yalayan rüzgarlarla yolunu bulan,
Kör bir savaşçı gibi.
Duvarlarıma tozdan ve kandan el izleri bırakarak.

İklim bazen,
Dağları bile dağ olmaktan çıkaracak kadar serttir.
Aşındırır, kaybeder geriye bir peri bacası bırakır.
Binlerce yılın suyu çekilir,
Yeni patikalar oluşur keçi adımlarından,
Bir limanı doldurur binlerce dağ,
Bir şehri suya gömer bin yıl.
İçimden seni kazımaya yetmez.
Ne iklim ne gökten yağacak taşlar.
Yine de adın Edith olmayacak,
Bir Luteşi olmayacaksın.
Çünkü Hayyam'dan miras kalan kadehin kokusuyla,
Cismine sıcak ve yapışkan sular akıyordu ve sen,
Daha fazlasını istiyordun,
Bir borcu öderken yatağımın kıyısında.

Sodom'un adıyla çağrıldım,
Rüzgarsız bir günde yağan külden
Satırlarda doğan bir caniliğe evrildim.
Getirdiğin maviliklere düşmanlığım bundan.
Tanrının dikkatini çekmek için
Katleden bir seri katil tanıyordum.
Ve tanrı hiç gelmiyordu,
Yataklardan kalkan kadın cenazelerine.

Defter

Yalnızsın,
Karşında kocaman memelerini masaya koyup dinleyen,
Geceleri seni saran bir kadın yok.

Yalnızsın,
Yapacak işin bile yok.
Uzun zamandır ilk defa,
Bir defterle tek başınasın.
Sallanan bu kurdela gibi,
Yıllar öncesinden belirlenmiş kaderinle,
Bu deftere bağlanıyorsun.

Yıllarca bir cam, bir tel örgüydü
Kavuşmanın engeli.
Bak özgürsün,
En azından rüzgarla savrulabiliyorsun.
Seni kabul etmeyecek şehirlerin peşini bırak artık.
Suçlanması gereken sen değilsin,
Burada kendin değilsin.
Sen olduğun yerlere benzemiyor tatlar,
Burada karamel bile sadece yakıyor.
O acı tadı unutmalısın,
Yolunu rüzgarın elinden alıp, bağlı olduğun her şeye
Esir olmalısın.

Seninle esir olsalar, yaşayamayacaklar.
Bekleme bunu onlardan.
Kimse bir defterin içinde yaşamak istemez.
Kimse bir kurdela gibi,
Sadece rüzgar estiğinde özgür olmak istemez.
Yalnızsın,
Seni saracak kolları yok kimsenin.
Bir tek bu defterde kendini kaybedebilirsin.

05.06.2018

Eşik

Tarih hep aynıdır,
Gelinen gün dedikleri üçlü altılı rakamlar.
Bir sözden dönmek için en uygun zamanı yılın.

Kendini üçyüzaltmışbeş gün öncesinde aynı yerde görüyorsun.
Yalnız ve beklenti dolu.
Söz verdiğin tarihte, söz verdiğin yerde,
Tamamlanmış bir adama dönüşen çocuk olarak.
Ne yazık ki artık o değilim,
Artık tam değil bedenim.
Binlerce iğneyle deldim derimi,
Bu döngülerin rüzgarlı iklimine dayanabilmek için.
İçimde unuttuğum koridorları hatırladım tekrar.

Ben artık o değilim.
Eski günlerin özlemiyle yanmayı bıraktım.
Hiçbir uçurumun kıyısında değilim,
Artık uçurumlar benim kıyılarımda.
Kaybetmekten korktuğum herkesi kaybettim.
Yüzmeyi öğrendim,
Artık kıyıdan izlemiyorum boyumu aşan denizleri.
Bir başkasının korkusu yüzünden,
Eşiğinde beklediğim her denizden özür dilerim.

Kendi gülcem ittiğinde beni,
Düşmeye bağımlı oldum.
Uçurumun kenarında değilim,
Yerin dibindeyim Hızır.

03.06.2018

Büyürken ayçiçeklerine dokunamamış bir kadına birki

I

Bana gelmen lazım,
Ellerin dönmeli avuçlarımda.
Duştan sonra,
Taze ıhlamur çiçeği koktuğunu hayal edebiliyorum.
Yüzündeki yüzlerce kas, et ve derinin ortaya koyduğu resmi,
Bir gülümsemeyi, var etmeliyiz.
Bana gelmen lazım,
Adsız bir vücut olarak.
Adını yaşadıkça bulmalıyız,
Tarihten veya yıldızlardan seçmeliyiz.

Üzerimizdeki çamuru temizleyecek bir melodiye ihtiyacımız var.
Bütün kıvrımlarını lekeleyen o çelimsiz herifleri unut.
Artık sadece ben olmalıyım cüzdanında.
Boynunu koruduğun her erkeğin omurgasını sökebilirim,
Evinin girişine hediye olması için.

Bana bir savaş ganimetinden ibaret değil
Ihlamur ağaçları altında büyüdüğün için gelmelisin.
Bu toprağın yarayacağını biliyorsun.
Kızıl değil artık bastığım yerler,
Dönüştürecek demir kalmadı içimde.
Yalnız bıraktığın adamlar gibi harcandı,
Bütün adi metaller.

Seninle aynı bahçeye doğmayı isterdim.
Yalın ayak sabahlarda gıcırdayan parkelere basmak.
Birlikte küfretmeyi ve kapıları boyamayı.
Büyük bir ev isterdim,
Her odası kullanılan.
Deniz görmese de görüyor sayacağımız.
Dünyayı boyuyorum tek başıma,
Senin için hazırlıyorum ne varsa.
Bir gün gelirsen için açılsın diye.

Bana gelmen lazım,
Duvardaki saatin pili bile yeni.
Yeniden, her şey durmadan.
Burada olmalısın.


II

Bir yanlışla var olduk ikimiz,
Bazen ağaçların altında, bazen az ışıklı bir odada.
Bazen çok fazla şarap akarken,
Bazen bir sabah sessizliğinde.
İşe gitme telaşından hemen önce,
Vapur düdüklerinin yetişemediği yataklarda.

Artık kendini içinden giden her şeyle tanımlarken sen,
Sıcak suyun altında tüterken tenin,
Bahçeye çöken ağır moleküllü oda parfümü gibi
Gerçeklik tarafından yanlışlanıyordu varlığımız.

Sanki ikimiz hiç olmamıştık ve sen
Büyürken hiç kaybolmamıştın bir tarlada.

Unutuyorum,
Sabahları, gündüzleri ve akşamları nasıl koktuğunu.
Fazla sigaradan değil,
Bir bardakta eriyen buzlar gibi
Beynimin çeperlerine saldıran
Yeni anılardan.
Açık kapılar beni öldürmeden,
Gelmelisin.

22.05.2018

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Ihlamur Çiçeği


Bir Pazar öğleden sonrasıydı. Gökyüzünün grisi her şeyi soldurmaya başlamıştı, bahçe kapısının rengi bile artık o kadar parlak görünmüyordu. Kapı, sarıya boyandığı günün mutluluğunu bugün taşımıyordu. Oysa boyarken, o anki hislerin boyanın altında sonsuza kadar saklı kalacağına ve kendini hatırlatacağına inanmıştı. Bugüne kadar inandığını bulmuştu da. Ama bugün buraya oturduğunda, zamanında arabayı park ederiz niyetiyle yapılmış beton düzlükte birikmiş suyu izlerken kapının o hislerle parlamadığını fark etti. Ne değişmiş olabilirdi?

Bir kedi yan bahçeden atlayıp geldi. Biriken sudan biraz içmeye başladı. Durup bahçeye bakınırken alnına düşen bir yağmur damlasının korkusuyla doğrudan kapıya kaçtı. Damlayı düşerken ve düştükten sonra izlemişti. Kedinin tüylerine ilk değdiği anda yayvanlaşmış ve burnuna doğru akmaya başlamıştı. Sıçrayan minik damlacıklardan bazıları kedinin sağ gözüne kaçmıştı. Kapıda durup damlanın nereden geldiğini anlamak ister gibi yukarı baktığında kedinin gözlerinin grileştiği gördü. Sonra ikisi birlikte damlaların artışına anlam yüklemeye çalışır gibi yukarı baktılar. Kedinin ne düşündüğü belli olmuyordu fakat o yukarı bakarken yağmurun bilimsel açıklamasını düşünmeye başlamıştı. Aklında Attila İlhan’ın “yağmur bilmediğim başka bir gökten yağıyordu” dizesini saklanmıştı ve sanki beyninde daha önce farkına varmadığı bir yoldan geçerek kulaklarına ulaşmaya çalışıyordu. Sonunda dize ulaştı ve hatırlamış oldu. Yeni öğrendiği yoldan giderek şiirin diğer dizelerini de hatırladı. Hatırlamak, zihnini bir mahalleye dönüştürüyordu. Kırmızı kiremitlerin hüküm sürdüğü sokaklarda, hiç durmadan sigara içen evlere dönüşüyordu hatıralarındaki insanlar. Atmosfere karbon kusan onlarca, yüzlerce ev gibi zihnini kirletiyordu hatıralarındaki insanlar.

Sıkı sıkıya sarıldığı hatıralardan ve o hatıralardaki insanlardan bu denli nefret etmesine neyin sebep olduğunu anlamıyordu. Su birikintisine düşen damlaların yarattığı minik baloncuklara bakmaktan kendini alamıyordu. Daha çok küçükken, her yağmur yağdığında buraya oturup o baloncukları izlerdi. Hayalinde onları denizaltılar yapar ve yeni bir yağmur damlasıyla vurulmalarını beklerdi. Yağmur damlalarının bir torpido görevi gördüğüne olan inancı büyüdüğünde de geçmemişti. Bazı farklılıklar vardı ama damlalar hala hedefine kilitlenmiş torpidolara benziyordu. Kafatasına değen her bir damla onun zihninde uyanmasını istemediği bir noktayı uyandırmakla görevliydi. Yağmurun etkilerini biliyordu ama bugün olan şeyler fazlaydı artık.

Bir vahada, ağaçların gölgesinde uyuyan bedevileri uyandıran kum fırtınasıydı o yağmur. Hayatının aslında yolunda olmadığını böyle belirtiler sayesinde anlayabilirdi. Değişen hiçbir şey yoktu, sadece uyanmıştı. Uyanan her şey gibi o da üzerine sinen dinlenme yanılgısına yakalanmıştı. Bu farkındalığın yarattığı harekete geçme dürtüsüyle hayatında güvenli bir konum aradı. İçgüdüsel olarak bir kadını aramaya yöneliyordu. Ama bu kum fırtınasında onun güvenli çatısını bulacak kadar imkanı yoktu. Bulsa bile o kapıdan içeri girmesi yasaktı. Yapılacak tek doğru şey, en yakın çatının altına girmektir.

Aylardır bir şeyleri yanlış yapıyordu. Bir arpa boyu kadar bile ilerleyememişken uçtuğunu düşünüyordu. Bu yanılsamanın ona pahalıya mal olmaması için müdahale etmesi gerekiyordu. Gerçekçi olabilmek için gerekirse ayaklarını betona gömecekti ama yapacaktı.

“Gerçekçiliği kazanabilmek için önce hayal kurmak lazım gelir.” Bunun nasıl işlediğini çözmesi çok zamanını almıştı ama yıllar önce birinin ona söylediği bu cümle şu an çok işini yaramıştı. Hayalini kurduklarına kavuşabilmek için önce gerçekleri ona uydurması gerekliydi. Gerçekler, zorunluluklardan ibaretmiş gibi görünebilir ve eğer zorunlulukların arkasına geçerseniz kalanıyla karşılaşabilirsiniz.

Onun şu anki durumu tam ortada olmak olarak tanımlanabilirdi. Kendini motive etmek için sürekli tekrarlamaktaydı;

“Gördüklerimin gerçek olması, bütün gerçeğin benim gördüklerimden ibaret olduğu anlamına gelmez.”

Bu ilk şokun ardından en yakınındaki arkadaşını aradı. Konuşmanın çoğu kapattıktan sonra unutmuştu. Aklında sadece bu akşam Yeni Dünya isimli barda buluşacakları ve yanına birkaç günlük eşya alması gerektiğini tutmuştu. Daha fazla dayanamadığı için hazırlanıp hemen çıktı.

Arkadaşının gelmesine hala saatler olduğunun farkındaydı ama Yeni Dünya’nın kapısından girip bir başkasının belirlediği şarkıları dinlemek istiyordu. Buraya ilk gelişiydi bu sebeple her adımı derinlemesine bir inceleme başlatıyordu. Barın tahta giriş kapısından sonra hiç bitmeyen merdivenler başlıyordu. Dört kat çıkarak terasa gidecekti. İlk kat aydınlık ve hafif bir atmosfere sahipti. Krem rengi duvarlar ve koyu ahşap bar sandalyeleri ile klasik bir duruşu vardı. İkinci kat daha soyut bir tasarıma sahipti, içeriye loş bir hava katan bordo duvarlar ve duvarlarda ev içi bitkileri vardı. Bu katı geçmeden önce gözü bir sarmaşığın ölmüş yapraklarına takıldı. Baktıkça daha fazlasını buluyordu fakat izleyerek vakit kaybedemezdi. Merdivenden devam etti. Üçüncü kata vardığından ışıkların yanmadığını düşündü. Geçmek bile iç karartıcıydı, durup incelemeye çalışmadan devam etti. Dördüncü katın girişindeki kapı kapalıydı, üçüncü kattan sonra bu onu çokça heyecanlandırmıştı. Kapıyı araladı ve yeni bir dünyaya girdiğini hissetti.

Batmak üzere olan güneş yüzünü yaladı önce, sonra tuzlu bir rüzgar girdi hafif aralık kapıdan. Kapının serin iç kısmını bırakıp, ısınmış dışına elini attı. Bedenini dışarı çıkardı ve güneşten daha çok ısı yakalayabilmek için göğsünü öne doğru çıkardı. Derin bir nefes almanın tam sırasıydı. Bu yeni dünyada aldığı ilk nefesteki tuz ciğerlerinde çözündü. Anlık olarak kanının tazelendiğini hissetmişti. Sırt çantası ağır geliyordu, sanki bir zorundalıktan kurtulacakmış gibi çantasını çıkardı. Gördüğü ilk boş masa çatının, dördüncü katın, en uç kenarındaydı. Yaklaştıkça elinde tuttuğu çantayı sandalyeye fırlatmak için sabırsızlanıyordu. Bir garson peşine takıldı. Onu da bir zorunluluk gibi atlatması gerekiyordu. O an tek korkusu masanın başka biri adına rezerve olması olabileceğiydi. Ne gerçek kalmıştı ne yanılsamadan çıkışın etkisi.

Sonunda gereken mesafeye ulaştığında çantasını bıraktı ve karşısına oturdu. Güneşin her gün, her saniye gerçekleşen cenaze törenine katılmaktan mutluydu. En azından hiçbir yerde gri yoktu. Renkler pastelliğini koruyor olması onu mutlu etmişti. Peşindeki garson kız, menüyü iki eliyle karnı hizasında tutmuş ona bakıyordu. O bir süre daha yüzünü güneşten uzaklaştırmamak için bu zorunluluğu yok saymaya çalıştı. İnsan güzel şeylere kavuşmak için önce zorunluluklarını halletmelidir düşüncesiyle, menüye tenezzül etmeden belki de yüzlerce defa kurduğu bir yetmişlik fıçı bira lütfen cümlesini çıkardı ağzından. Nezaket gereği garsonun yüzüne bakmıştı. O birkaç saniyenin hayatından çalındığını düşündü. İyi ki buraya erken gelmişti.

Onun için gerçek bir yeni dünya olmuştu bu bar, adı gibi. Şehir üzerindeki bütün bulutlardan kurtulmak için kendini silkelemiş gibiydi. Yeniden doğmak için mükemmel bir gün. Güneşe bakarken bir menteşeden gelen dayanılmaz bir gıcırdama ile anlık bir öfke yaşadı. Huzurlu olmaya yakın bir anı bozan minik ayrıntıları umursaması için yanlış yerdeydi. Kendisi kapıyı açarken bu gıcırdamayı duymamıştı bile, şimdi de duymayabilirdi. Müziğe odaklandı, sakin bir şarkı duyduğunda buna ihtiyacı olduğunu hissetti. Daha önce duymadığı bir şarkı çalıyordu, davulun üzerine bir örtü serilmiş gibi boğuk bir ritimle sürüp gidiyordu. Kendini kaptırmak üzereyken kapı bir kez daha gıcırdadı ve içeriye parlak hisleri çağrıştıran bir kadın girdi. Kadının görüntüsü burnunda ıhlamur çiçeği kokusu duymasını sağladı. Boğucu fakat tatlı bir koku. Kadının yürüyüşü ve bavulunun tahta döşemede bir kalkıp bir inmesi daktilo tuşlarına basılıyormuş gibi bir ses yaratıyordu, ya da o öyle duymak istiyordu. Kadın durdu. O içinden, kendinin bile duyamayacağı kadar içinden bir cümle kurdu.

“kadın, bir şiir gibi geldi.”

Kadın etrafına bakındı ve onun masasının yanındaki boş masaya geçti. Sırtı ona dönük oturdu. Görebildiği tek şey ince ve yuvarlak omuzlardı. Bir süre sonra aynı garson kız bu sefer de kadının masasının yanında belirdi. Kadının ne sipariş vereceğini duymaya çalışırken kendi siparişini hatırladı. Masanın ondan uzak kısmında ne zaman geldiğini hatırlamadığı bira şişesi duruyordu. Bira şişesine uzanırken terasın ışıkları yandı, güneşin son anlarını kadını izlerken kaybetmişti. “Güzel şeyler tek tek gelmelidir.” Yıllar önce aynı kişinin ona söylediği bir başka cümle. Okuduğu, gördüğü, düşündüğü, yaşadığı her durumda, eylemde, eserde olduğu gibi bu akşam da aç gözlülüğün bir yanılış olduğu kanıtlanmıştı. Güzel olan her şey zamanı geldiğinde yerini başka güzelliklere bırakır ve bunu kabullenmemiz gerekir.

Kadın hiçbir doğallığı bozmadan, dimdik oturuyordu. Sanki böyle doğmuş ve böyle büyümüştü. Bu gururlu duruşun üzerine bu denli oturuyor olması onun çok hoşuna gitmişti. Çantasından çıkardığı bir tokayla saçlarını atkuyruğu yaptığında, ensesinde dağılmakta olan kısacık saçları gördü. Lambaların sarı ışığı, akşamın tuzlu esintisi ve kadının minik saçları arasında muhteşeme yakın bir gölge oyunu oynanıyordu. Kadının ensesi ve krem rengi elbisesi sayesinde çıplaklaşan omuzlarını izlemek, teninin kokusunu tahmin etmeye çalışmak onun için bir oyuna dönüşmüştü.

Başlangıçta onunla konuşmayı istemiyordu. Orada bir canlı, nefes alan herhangi bir varlık olarak bulunması ona yetiyordu. Akşam ilerledikçe ve daha fazla alkol tükettikçe bu isteği yön değiştirmeye başladı. Kadının orada olması ona huzursuzluk katmaya başlamıştı. Güneş gözlükleri yüzünden yüzünün sadece yarısını görebilmişti, arkasından gördüğü kadarını ezberlemişti. Arada bir ensesine giden elinin dışını görmüştü. O kadardı. Bu kadar çekici bulması değişen bir şeyler olduğunun en büyük alametiydi. Alkolün kanındaki derişiminin artması, cesaretini pekiştiriyordu. Rüzgar onu içinde demir cevheri ergitilen bir dağa dönüştürüyordu. Kanı, muson rüzgarlarıyla harlanan fırın ateşine dönüşmüştü çoktan. Her an kalkıp kadının masasına gidip karşısına geçebilirdi. Bunun kadının tadını kaçırmasından çekiniyordu, yavaş yavaş birasını yudumlayıp kitabını okuyan bu kadına yapabileceği en büyük kötülük belki de buydu.

Neredeyse bir saattir başka yöne bakmamıştı. Ve başını sağa çevirdiği anda şehrin karşı tarafında yükseklere doğru giden ışıklarla karşılaştı. Bu hayranlıkla izleyişi ona bir farkındalık kazandırdı. Etkileyici olan kadın değildi, etkilenmeye müsait olan oydu. Önce güneş, sonra kadın, şimdi de ışıklar.

Biraz daha yukarı baktığında rengini çözemediği ama parlaklığı sebebiyle gezegen olduğunu düşündüğü bir gök cismiyle karşılaştı. Jüpiter ya da Venüs diye düşünüyordu. Belki de daha önce adını duymadığı bir yıldızdı. Yılın bu mevsiminde göğün bu tarafına bakmamış birinin göremeyeceği ve merak etmeyeceği bir yıldız. Onu görmenin, sahiplenmeye yeteceği bir yıldız. Bu düşünceler gökcismi için mi yoksa kadın için mi emin olamıyordu. Müzik ilk oturduğu zamandan beri ilk defa biraz bile olsa hareketlenmişti. Önünde oturan kadını belki de bir daha hiç göremeyeceği düşüncesi ile kendini motive etti.

Bardağın dibinde kalan birayı önemsemeden ayağa kalktığında isminin seslendiğini duydu. Bu sefer kapının gıcırdamasını duymamıştı bile. Arkadaşı bir metreden biraz ötede duruyordu. Acilen yola çıkmaları gerektiğini, sabah kahvaltısına yetişmek istediğini söylüyordu. Zorunda olmanın bu ağız kurutucu etkisini yeniden yaşadı.

Giderken aklında hala kadınla konuşmak vardı. Teninin kokusunu çözmek için birkaç gün onun yanında uyumak istiyordu. Ne yazık ki merdivenleri inerken beynini kurcalayan bütün senaryolar yavaş yavaş solmaya başlamıştı.

Gün doğumundan hemen sonra, arka koltukta gözlerini açtığında sadece gri renkle karşılaşacağını arkadaşının arabasına bindiğinde bilmiyordu. Uyumadan önce bugünü, toz fırtınasını ve kadını zihnine sakladı. Bu sefer zihnindeki o yolu unutmayacaktı.

Uyandığında sevinçle bulutlara seslenmek istedi. Gri de olsa orada olan bulutlara. İlk görüşte bulup unuttuğu şeyi anlatmak istedi. Kokuyu anlayabilmişti. Tek yaptığı sessizce, neredeyse içinden bir konuşmak oldu.

“ıhlamur çiçeği kokuyordu.”