-Güzergahlar da değişmelidir.
Yolu yarılamış sayılırdık.
Gördüğümüz tek tük arabaların nereden gelip nereye gittiği konusunda
tahminlerde bulunarak devam ettik bir süre. Sude bize döndü.
“Geliyorsunuz değil mi siz de?”
diye sordu. Bilge’yle ufak bir göz göze gelme sonrasında ikimiz de başımızla
onayladık. Sonra Yasemin’i göstererek sordum.
“Alışveriş yapacak bir yerler
bulalım lazımsa.” dedim. Anlayıp gülümsedi.
“Dolapta her şey var.” dedi. Bu
anlaşmayı seviyordum ama alkolün fazlası efkarlanma getirebilirdi. Onun yerine
çay içip sakin sakin muhabbet etmeyi tercih ederdim şu an. Yanımızdan yüksek
sesle elektronik müzik çalan iki araba geçti. Bilge bir anda kolumu
çekiştirmeye başladı.
“Aaa! Bak bunlar kesin Böcek’ten
geliyorlar. Geceyi boş geçirmemek için bir de burada şanslarını deneyecekler
bence. Bomboş insanlar.” dedi.
“Aynen. Hatta Instagram’dan da
birilerine yazıp duruyorlardır şimdi. Zavallılar.” dedim. Bu tip insanlardan
iğrenmemi engelleyemiyordum. Zorlayıcı ve daraltıcı tipler. Yeni nesil magandalar.
Bir süre durduktan sonra hiç tanımadığım insanlar hakkında bu kadar kesin
yargılara varmaktan rahatsız oldum ve ekledim. “Yine de tam bir yargıya
varmamalıyız. Her bu şekilde müzik dinleyen insanın bu özelliklere sahip olması
gibi bir kural yok.” Sonra gereksiz ciddileştiğimi fark ettim. “Ama bunlar
öyleydi.” diyerek güldüm. Kendi kendime hem hafifleştirip hem
ağırlaştırıyordum. Bu dengesiz davranış bana göre değildi ama düşüncelerimin bu
kadar dağınık olmasının suçlusu da ben değildim. Ülker ve alkolün etkisi çok
fazlaydı.
Bilge benim hakkımda ne
düşündüğüne karar verememişti büyük ihtimalle. Bana göründüğü kadar dengesiz
davranmamış olabilirdim. Yine de yeni tanıştığım insanlara karşı davranışlarımı
ayarlarken daha ince sınırlar söz konusuydu.
“Çok politik konuştun.” dedi
Bilge.
“Klasik Sinan işte.” diyerek
güldü Tolga.
“Yok be. Sadece farklı
ihtimalleri de değerlendirmeyince kendimi rahatsız hissediyorum.” diyerek
savundum kendimi. Bu şekilde “olabilir de olmayabilir de” yapısında cümleler kurmayı
seviyordum ama bunu hiçbir memnun etme kaygısı taşımadan yaptığımı
anlatamıyordum kimseye. Ötekinin çerçevesinden bakmanın hiçbir zararı yoktu.
Başka bir araba daha geçmeden
Ülker’i aramak istedim. Ondan önce annemi aramalıydım, gelmeyeceğimi haber
vermemiştim. Hala uyumamış ve bekliyor olmalıydı. Aradım ve hafif uykulu,
nezaket dolu sesine karşı gelmeyeceğimi söyledim. Daha önce haber vermemem
konusunda biraz yakındı. Özür diledim. İki sene öncesine kadar bu yakınmalara
karşın kızardım, sert çıkışırdım. Sonra artık annemle birbirimizi kabullenmeye
başladık. O oğlunun karakterini değiştirmeye çalışmadan bağrına basıyordu. Ben
de annemin huylarını, beklemelerini güzellikle karşılıyordum. Artık dizine
yatıp hayatımızın eksiklerinden ve bu eksikliklerin kattığı güzelliklerden
bahsediyordum. Annem beni dinlemeyi hep severdi. Cümle kurmayı öğrendiğim zaman
karşısına oturtup konuşturuyormuş gibi hissediyormuş böyle anlatınca. Anlatmayı
çok seven bir oğula dinlemeyi çok seven bir anne her zaman denk gelmiyor bu
dünyada.
Saat Ülker’i aramak için çok geç
olmuştu. Yarın daha müsait bir zamanda arasam iyi olacaktı. Kadının üzerimde
bıraktığı etki hafiflemişti. Grupta da herkesin susmuş olması kendi
düşüncelerimin ipini bırakmamı sağladı. Bazı arkadaş evlerinde misafirden öte
oluyoruz. Sude’nin evinde de ben bu konumdaydım. Diğer misafirlerin yataklarını
hazırlamak, çayı demlemek, sofrayı kurmak gibi işlerden sorumluydum. Bazı
dostlarımızı kendimize dahil ederiz, güvenmeyle gelen bu dahiliyetin içinde
koltukta uyuyakalmaların da yeri var. Annem de Sude’yi çok severdi, ev arama
aşamasında birkaç gün bizde kalmıştı. Ablamın eksikliğini hisseden annem için
bir kız çocuğu olmuştu. Birlikte yapılan kahvaltıların üzerine kahveyi yapıp
getirirdi Sude. Üç günde anneme bu alışkanlığı kazandırmıştı. O zamandan sonra
birlikte yaptığımız kahvaltıların üzerine anneme kahve yapmaya başlamıştım.
Kahvaltı sonrası sohbetlerinde mutlaka arkada televizyon açık olmalıydı ama
kimse izlememeliydi. Sadece ses olarak bulunmalıydı ama kimse dinlememeliydi
de. Ablamın bize gülümsediği fotoğrafını aramıza alarak günlük konular hakkında
konuşmak zamanla olan savaşmamız sırasında unutmamamızı sağlıyordu. Birden
ağaçtan düşen yaprağın bir sohbeti bölmesine benzer şekilde bölünde
düşüncelerim. Bilge sağ koluma girmişti. Kendini küçük bir açıda yana çevirerek
koluma sarıldı.
“Üşüdüm.” dedi. Sesinden üşüdüğü
belli oluyordu.
“Sorun yok. Dilediğin gibi durabilirsin.”
dedim gülümseyerek. Yürümekte zorlanıyordu ama onun için sorun yok gibiydi.
Bozuntuya vermedim. Boyu bana göre kısa kalıyordu ama koluma girmesinde bir
sorun yaratmayacak kadar da uzundu. İnce ve düz bir burnu vardı. Küçük ağzı ve
yuvarlak yüz hatlarıyla minyon tipli bir kızdı. Herkesin güzel diyeceği biri
değildi ama sevimliliği ve samimiyetiyle birilerinin hayatında ışık olduğuna
eminim. Yine de birinin koluma girmiş olması beni huzursuz etmişti. Bu durumda
o insana rahatsız olduğumu belli etmemek için kendimi fazla kasıyordum. Daha
rahat davranmam lazım düşüncesiyle elimi montumun cebine koydum ve dirseğimi
kendime doğru yasladım. Bu sayede kendimi kasmama gerek kalmamıştı. Bilge
açısını düzeltti ve başını koluma dayadı. Uykusu gelmiş olmalıydı. Neyse ki eve
az kalmıştı. Tolga bize bakıp suratına piç bir gülümseme yerleştirdi. Sol omzuma
avcuyla hafifçe iki kez vurdu ve önümüzde yürüyen gruba katıldı. Bilge’yle bir
şeyler konuşmam gerekiyor gibi hissediyordum ama şu pozisyonda beni ne kadar
duyacağından emin olmadığım için susarak yürümeye devam ettim. Eve az kalmıştı.
Bilge koluma girmişken kendi
düşüncelerime odaklanamıyordum. Sınırları ihlal edilmiş bir devlet gibi
hissettim kendimi. İç işlerime dönemiyordum bir türlü. İki yıl boyunca haftanın
üç günü aynı yatakta uyuduğum kadının koluma girmesi de aynı huzursuzluğu
hissettirirdi bana. O zamanlar boştaki elimle sevgilimin saçlarını okşayarak az
da olsa daha rahat hissedebilirdim. Bu fikirle elimi bilgenin saçlarına attım.
Saçları yumuşaktı ve parmaklarımla oynadığımda şampuanının hafif kokusunu
saldı. Artık geçmek üzere olduğu için kokunun içeriğini algılayamadım. Bu bana
iyi hissettirmişti. Sonra alnını kapatan kaküllerinden ayırıp yüzüne yukarıdan
baktım. Bu kadar güzel kirpikleri olduğunu fark etmemiştim şimdiye kadar. Yeşil
gözlerinin üzerinde uzun, siyah kirpikler. Hiçbir rimel kalıntısı görünmüyordu,
kirpiklerinin doğal hali olmalıydı. Uzun kirpikleri olan kadınlardan bu kadar
etkilenmemi anlamıyordum. Sude’ler sağa döndüğü zaman artık karşıma bakmam
gerektiğine karar verdim. Onları takip ederek ara sokağa döndüğümüzde Bilge
kolumdan ayrıldı. Huzursuzlukla geçmiş de olsa güzel bir yürüyüş olmuştu. Tolga
arkasını dönerek tekrar gülümsedi ve sonra Burak’a bir şeyler anlatmaya devam
etti. Yasemin ve Sude kol kola yürüyordu. Tekrar sola döndük ve evin bahçe
kapısından girdik. Saat gece biri geçmiş olmalıydı artık. Annemi arayıp haber
verdiğim için rahattım. Ülker’i düşünmek istemiyordum, yoksa büyüsünden
çıkamayacaktım.
Sırayla evin kapısından girdiler.
Ben de kapıyı tutarak Bilge’yi buyur ettim. Sonra dar koridorun ışığının
altında zemin katta oturan ilkokul çağındaki oğlanın mavi bisikletini gördüm.
Jantlarında bizim çocukken taktığımız fosforlu plastik plakalardan vardı. Bu
yeşil ve turuncu üçgen plakaları görmek beni çocukça bir neşeye itmişti. İçimin
kıpır kıpır olduğunu hissettim. Onlar bir üst kata ulaştığında ben eğilmiş
plakalara dokunuyordum. Başımı kaldırdığımda Bilge’nin korkuluktan sarkmış beni
izlediğini fark ettim. Bu şekilde daha tatlı görünüyordu. Aşık olunacak bir
kadın diye düşündüm. Tabii aşık olmak o kadar kolay olsaydı. Aynı akşam içinde
iki kişiden bu kadar etkilenmiş olmama şaşırdım. Bu benim için kolay bir şey
değildi. Sonra koşa koşa merdivenlerden çıktım. Aşırı neşe duygusuyla ağzım
kulaklarımda Bilge’ye bakıyordum. O korkuluğa yaslanmış beni izliyordu. Sonraki
merdivenlere devam ettim. Bilge hala beni izliyordu. Elimi uzattım ve “Hadi!”
dedim. Elimi yakaladı ve merdivenleri tırmanırken peşimden sürüklendi. Bir kat
sonra kapıyı açmak için anahtarla uğraşan Sude’yi bekliyorduk. Nefes nefese
kalmıştım.
Her zamanki gibi durunca
hissedilen o nefes nefese kalmışlık yüzünden durmak istemiyordum. Bütün hayatım
neşelenip koşturmak ve sonra durunca çökmek üzerine kurulu gibi hissettiğim
zamanlar olmuştu.
“Deli.” diyerek koluma vurdu
Bilge. O da nefes nefese kalmıştı ve hala elimi bırakmamıştı.
“İnsan durmadan hareketin
yoruculuğunu fark edemiyor.” dedim ve neşeyle kocaman güldüm. Hareket halinde
olmak benim için kokaindi. Sonraki sabah yaşanılan düşük hal, bende durunca
oluyordu.
Sude kapıyı açtı ve hep birlikte
içeri girip ayakkabılarımızdan kurtulduk. Burak ve Sude terlik getirmek için
gittiğinde Yasemin’in gözlerinin kıpkırmızı olduğunu fark ettim. Yolda da
ağlamaya devam etmiş olmalıydı. Bilge de fark etti, elini Yasemin’in beline
atarak sarıldı ve oturma odasına doğru neredeyse sürükleme sayılabilecek bir
hızda götürdü. Tolga’yla peşlerinden gittik. Hepimiz yerleştikten sonra Burak
ve Sude’de geldi. Herkes Yasemin’i izliyordu. Bilinçsizce anlatmasını
bekliyorduk. Tolga’yla birlikte ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyorduk.
Birden ayağa kalktı, ayağında Sude’nin pembe peluş terlikleri ile pudra pembesi
gömleği mükemmel bir uyum yakalamıştı.
“Hadi biz erkekler çay koymaya
gidelim.” diyerek Yasemin’i bile güldürdü. Ortamdaki ağır kasvet gülücük
sesleriyle yok oldu. Gülerken yayılan ses dalgalarının özel bir yapısı olup
olmadığı araştırılmalı diye düşündüm.
Mutfağa gittiğimizde çaydanlık
altına su doldurmaya başladım ama Burak dolabı açıp küçük tekila şişesini
çıkardı.
“Sahiden çay içeceğimizi mi
sandın?” diyerek güldü. Sonra birbirimize bakarak üçümüz de gülmeye başladık.
Bir yandan da sesimizin içeri gitmemesini umuyordum. Sonra suyu kapadım ve çaydanlığı
bıraktım.
“Öyle desene abi ya.” diyerek
bana uzattığı şişeyi aldım ve mutfak tezgahına bıraktım. Birkaç tane limon
çıkardı ve kesme tahtası üzerinde dilimlemeye başladı. Tolga mutfak dolaplarını
kurcalıyordu. Arkamı tezgaha dayayıp biraz onun başkaları tarafından
garipsenebilecek bu davranışını izledim.
“Ne arıyorsun?” diye sordum.
“Shot bardağı.” dedi.
“Onlar içeride, git Sude’den iste
de yıkayalım.” dedim. İçeriye doğru gitti.
Üst dolaptan tuzu çıkardım ve
küçük bir tabağa döktüm. Bunu o kadar çok defa tekrarlamıştık ki artık
konuşmadan bir görev paylaşımı yapılıyordu aramızda. Burak limonları kesmeyi
bitirince tuz tabağını da alıp içeriye gitti. Tolga bardakları getirince şişeyi
ona verip gönderdim. Buzluktaki buz poşetlerinden birini derin bir çanak
içerisine boşalttım. Bardakları yıkayıp buzların üzerine yerleştirdim.
Tekila içmeye hazırlanmak
neşelendiriyordu. Dolaptan salatalık turşusunu çıkarıp kesme tahtasında birkaç
tanesini ince ince dilimledim. Bu kendime özel hazırladığım bir mezeydi ama her
zamanki gibi atıştıranların kurbanı olacaktı. Buzların olduğu çanağı ve
turşuları alıp içeriye geçtim ben de.
Ortadaki kısa masanın üzerini
boşaltmışlar ve yerleştirmişlerdi. Tolga ve Bilge şişeye aşkla bakıyordu. Bu da
ritüelin bir parçasıydı aslında. Sude Yasemin’i dürttü.
“Bak şimdi.” dedi. Beni gösterdi
parmağıyla. Elimdeki tabakları bıraktım. Tolga’nın bardakları tuza bulayıp
düzeltmesini bekledim. Masadan şişeyi aldım ve ellerimi iki yana açtım.
“Ve yüce tanrı Olmeca, mavi sabır
otunu tattığı anda ‘ya şöyle limon mimon bir şey yok mu?’ demiş.” dedim.
Normalde ciddiyetle devam etmem gerekirdi ama biraz daha neşeli olmamız gereken
bir andaydık. Tolga, Burak ve Sude gülmekten kendilerini yerlere attılar.
Yasemin ve Bilge de eğlendi fakat önceki girişi bilmedikleri için diğerleri
kadar tepki vermemişlerdi. Şovumu bitirdikten sonra kapağı açtım ve
bardaklardaki tuzu gidermeden doldurdum. Benim doldurduklarımı Tolga
dağıtıyordu. Güzel bir başlangıç olmuştu ama gecenin ve alkolün getirdiği
klasik efkar noktasına varacaktı mutlaka. Doldurmam bittikten sonra dizlerimin
üzerine oturdum. Herkes limonunu ve bardağını aldı. Tuzlarımızı yaladık ve
kocaman bir “Şerefe!” ile birlikte ciğerlerimizi boşaltıp ilk shotlarımızı
attık.
Tekilanın boğazdan ilk geçişini
seviyordum. Boğazımdaki bütün sinir hücrelerimin önce buz gibi bir sıvıyla
temas edip sonra üzerine aldığım nefesle alev alışını seviyordum. Gerçekleşen
bütün kimyasal tepkimelere teşekkür ederek limonumu yedim. Bardaklarımızı masaya
bıraktık. Tolga yine başka insanlar tarafından garipsenecek hareketler
yapıyordu. Olmayan bir müzik eşliğinde oturduğu yerden dans edecek kadar
neşeliydi. Yasemin de onu izleyerek eğleniyordu. En azından gülüyordu artık.
Bardakları buzun içerisine tekrar yerleştirdik. Sude telefonunu çıkardı ve
müzik listesini kurcaladı. O an aklıma telefonum ve internete bağlanmış olduğu
geldi. Cebimden çıkardığımda ışığı yanıyordu. Birkaç arkadaştan konuşmaların
devamı olarak gelen mesajlar, annemden bir yoklama mesajı, topluluklardan ve
arkadaş gruplarından gelenler. Ülker’den mesaj yoktu. Saat 01:44 olmuştu. Bu
gecelik bütün merakımı arka plana atabilirdim. Sessize aldım ve ters çevrili
şekilde yandaki masanın üzerine bıraktım. Diğerleri üstlerini çıkarmıştı. Bir tek
ben ince baharlık montumla oturuyordum. Tekilanın da etkisiyle iyice sıcak
basmıştı. Oturduğum yerde çıkardım ve arka koltuğa salladım. Sude ortamın
neşesini azaltmayacak bir şarkı açtı. The
Neighbourhood – Sweater Wheather. Belirli kısımlarına sessizce eşlik etmeye
çalıştık. Tolga’nın oturduğu yerden kollarıyla yaptığı danslarda hepimiz
eğleniyorduk. Bazen Bilge’nin beni izlediğini hissediyordum ve başımı kaldırıp
kocaman gülümsüyordum. Sonra karışık şekilde çalmakta olan listeden Nazan Öncel – Bırak Seveyim Rahat Edeyim çalmaya
başladı. Eski ve ağırlaştırıcı bir şarkıydı. Sude değiştirmek için telefona
uzandı fakat Yasemin onu durdurdu.
“N’olur dinleyelim.” dedi. Sude
omuzlarını silkti ve telefonu geri bıraktı. Nazan Öncel’in acıtıcı sesini
duymaya başlamamızla Yasemin’in yüzünün düşmesi bir oldu. Gözlerinin etrafı bir
anda kararmış gibiydi. “Senin geçtiğin yollardan
yalnızlık çıkar gelir.” kısmından sonra hıçkırmaya başlamıştı.