26 Aralık 2018 Çarşamba

Kum tanesi

Anılarından kazak örüyorsun kendine,
Artık üzerinde toprak olan herkesi yaşatıyorsun.
Bir beyitsin en doğru tarihte söylenmişsin,
Boynunda taşıdığın yüce anneyi tanıyor gibisin.

Elinde ne varsa hayata karşı kullan,
Nefes almaktan ötesi var çünkü.
Mesela masada bir anfora,
İçinde şarabın en tatlı olduğu yıllar saklı.

Her şey hazırdı gelip yerleşmen için,
Yalnızca olması gereken beklenmekteydi.
Yalnızca
Açık yaradan sızan mürekkebe benzeyen bir gülüş,
Bir söz eksikti,
Kapıdan girsen tamamlanacak.

İki köprüyle bağlanan omuzlarının,
Sağı bakırdan, solu çelikten.
Her değdiğinde saçların omuzlarına,
Rüzgara acıklı bir melodi bırakmaktadır.
Binlerce yıldır çalınan, kısmen yasaklı
Çölü kalbinde taşıyan bir çalgıdır kadın.
Korkmayan herkesi bir battaniye gibi saran o kum fırtınası,
Dokunsan başlayacaktır.

17 Aralık 2018 Pazartesi

Kuyruklu Yıldız

Saatinin pilini değiştirmek için kolundan çıkardığında fark etmişti, artık eskisi kadar güçlü değildi. Son 15 yıldır kendince bir anma töreni gerçekleştirdiği tarih yaklaşıyordu. Bu güçsüz hisleri buna bağlamak istiyordu. Çok uzun zaman önce hayatından bir kuyruklu yıldız geçmişti ve o, bunun yeniden gerçekleşeceği umuduyla aynı tarihte hep yukarıyı izliyordu. Sanki bir mucize gerçekleşecek ve şehre yeniden ayak basacaktı o tanrıça. Bunu bazı seneler öyle güçlü hissediyordu ki, bir hafta öncesinden izin alıyordu iş yerinden. Kış başlangıcında göğe açılan pencereye yanaştırıp sandalyesini, yıldızları izliyordu. Bu bazı çok güçlü hissettiği senelerde tanrıya dua bile etmişti, ya o gelsin ya hava kapalı olsun diye. Oysa her sene o tarihte güney yönünde yıldızlar hep açıktaydı. Onun beklediği kuyruklu yıldız, o tanrıça hiç yoktu ama geri kalan her şey yerli yerinde ve gözler önündeydi. Çok eskiyi hatırlaması için orada duruyorlardı.

Yaşamaktan çoğunlukla keyif alıyordu. Onu yoran yalnızca bu bekleme seanslarıydı. Biliyordu ki o beklenti dolu geceden sonra, yani bu sene de hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabul ettiğinde biraz daha güçsüzleşecekti. Her günün her saatinin her dakikasının her saniyesi içi çürüyordu. Yavaş yavaş ama hissedilebilir bir çürümeydi bu. Kimseyle paylaşılamayan, kimsenin anlamak istemeyeceği bir engeldi bu ona. Beklemesi gerektiğini bilerek beklemek. Hayatının her alanına öyle güçlü kökler salarak yerleşmişti ki, içindeki bu çürümeyi kimse tahmin bile edemezdi. Bu güçsüzleşmeye kimse inanmazdı. Ama kendisi bile, artık uyumak istiyordu. Artık her şeyi unutup uyumak istiyordu.

Sesler vardı bu güçsüzlük ve çürüme içerisinde, havadan ağır bir gaz gibi zemine çöken sesler. Yeşil elmanın tadının kaldığı dudaklardan çıkan seslerdi bunlar. Çok ağırlardı. Çok şey söylüyorlardı ve durmadan ama durmadan zemini ağırlaştırıyorlardı. Oturduğu sandalyenin içerisine battığı zemini. Kırk yaşının ağırlığı da değildi bu, yeni bir özlem de değildi. Yaşanmamış hiçbir şey kalmamıştı ve bu bir hafifleme değil büyük bir yük getiriyordu. Hayatta geri kalan zamanı doldurma yükü. Bu yüzden sürüyordu bu beklenti, bu yıkıcı beklenti. Hatta dünya, belki de tanrı, bu beklentinin sürmesi için ona oyun oynuyordu. Haftalarca aralıksız yağmur yağsa bile, o gün geldiği hiç bulut olmuyordu. Beklediği tanrıça inmiyordu şehrine, kolunu boynuna dolayıp elini tutmuyordu onun. Hiç kuyruklu yıldız geçmiyordu penceresinden.

Bulutların arasında keskin çizgilerle kıvrılan bir nehri andırıyordu yıldırımlar. Sanki bir gelen olacaktı bu sefer. Bir saatini pilini değiştirmek bile bu kadar zorken, bu beklentiyi daha fazla sürdürmesinin ne anlamı vardı. Zihninde ve bedeninde hissettiği bu yaşlanmayı daha ne kadar reddedebilirdi bir beklenti adı altında. Unutmaya bile başlamıştı, beklediği şeyi. Nasıl bir şey olduğunu unutmaya başlamıştı. Ölen birinden kalan fotoğraflara bakmak gibiydi yaptığı şey. Aslında orada olmayanı görmeye çalışmak. Ruhu.

16 Aralık 2018 Pazar

Bir Pazar Günüydü

Aramızda saatli bir bomba gibi
Her saniye azalan cümleler duruyordu
Bir pazar günüydü.

Binlerce yıldır gökte, jupiteri kovalayan
Ölümsüz birini bulutlu bir ocak sabahı vurdular
Bir pazar günüydü.

Avucunda rüzgarlı bir park taşıyan kadın
Kanayan bir yaraya evrimleşti
Bir pazar günüydü.

Cenaze evlerinin bile tenhalaştığı vakitlerdi,
Üstsüz kadınlar ağladı yatakların uçlarında
Ve kimse sormadı neden, ne için diye
Bir pazar günüydü
Ve böylece geçip gitti.

İnancın öldüremedi içindeki şeytanı,
Her kötülükte omzunda dişlerini hissettin.
Teninden içeriye sızmış iblis dölü
En çok bu mevsimde çınlattı kulaklarını,
Harcanan pazar günlerinde.

Derini soydun, rahmini söktün yine de kurtulamadın.
Bir dövme gibi karnına işlendi laneti.
Karanlığa açılan yanınla arkadaş artık çocukları.
Onlara iyi bak.

Bir pazar günüydü,
Azalan cümlelerin yerini
Derin yaralar dolduruyordu.

11 Aralık 2018 Salı

Gordion Düğümü


- Yalan da kılıç kadar keskindir.

Balkona çıkmak için güneşi kolluyordum. Binanın köşesinde kaybolduğunu sanıp adım attığım anda ayağımın değdiği fayansın sıcaklığını hissettim. Bu sıcaklık tabanlarımdan bütün vücuduma yayılan bir ısı dalgasına dönüştü. Birkaç dakika, sıcaklığım zeminle dengelenene kadar kıpırdamadan bekledim. Sonra o eski demir sandalyeyi düz bir yere çekip oturdum. Şimdi solum ufka kadar maviye boyanmıştı. Yüzümün kızardığını hissediyordum. Zeytin gözlerini dakikalardır üzerimde tutuyordu, onun bakışlarında güçlü bir his vardı ve bu enerji beni yakıyordu. Ona baktığımda esmer teninin havadan daha sıcak olduğunu sezebiliyordum. İçimi temizleyen bir dalga gönderiyordu sanki. Bu dalgadan gülümsediğini hissedebiliyordum, ona bakmama gerek bile yoktu. Ama baktım.

Alnının sağından çenesine kadar inen doğum lekesinin ona kattığı mistikliği kimse reddedemezdi. Aklının Gordion Düğümü’nü yüzüne yansıtıyordu bu. Hiçbir zaman bilinemeyecek düşüncelerini saklıyordu. Beklediği Büyük İskender bu çağda gelmeyecekti. Belki en yüce kılıcın bile kesemeyeceği bir düğümü saklıyordu, bu çağda çözülemeyecek biriydi. Onu anlamak için bazı sırlara vakıf olmak gerekiyordu. Ama bazen düğüme dışarıdan, hatta çok dışarıdan bakmak bile anlamak için yetiyordu. O mistik kadının içinde yaşanılmamış bir çocukluk görüyordum.

Sigarası izmaritine kadar yanmıştı. O dalgın ama aynı zamanda bütünüyle odaklanmış bakışları benim üzerimdeydi. Ne zaman olduğunu anlamadığım bir anda konuşmaya başladı.

“Denize böyle bakışını bana babamı hatırlattı. Bazı insanlar denize öyle bir bakar ki, onlardaki kaybolma isteği herkese bulaşır. Babam da böyle biriydi. Nedenini sonradan öğrendim. Babaannem onu vaftiz ederken koyduğu isim yüzündenmiş. Su kenarları ve dağlar sizin kültürünüzde de kutsal, anlarsın o yüzden. Bir roman çocuğu doğduğunda akan suyla vaftiz edilir ve bu sırada yalnızca annesinin bileceği asıl ismi konur. Bu isim Azrail’in onu almaması için hep saklanır ve kimseye söylenmez. Babamın vaftiz adı Derav’mış. Yani Deniz. Bu yüzden ne zaman derin bir su birikintisi görse öylece bakarmış. Bu evi de tam senin oturduğun sandalyeden görünen manzara için almış. Parayı nereden buldu ne iş yapıyordu hiç bilmiyorum, kimse konuşmaz bunun hakkında. Nasıl olduğu önemli değil, şu an benim burada olmamı ve bir hayat kurmamı sağladığı için minnettarım. Başlarda çok zorlanmıştım, bütün çocuklar benden nefret ediyordu. Sınıfta ne kaybolsa beni suçluyorlardı. Sonra Deniz Öğretmen bizim sınıf öğretmenimiz oldu. Onun sayesinde hem benim çekingenliğim hem de diğer çocukların ön yargısı kırıldı. Sonra en yakın arkadaşım da Deniz diye bir kız oldu. Bahsetmiştim sana, lisedeyken ölmüştü. Hatırlarsın belki. O kızın hayatıma getirdiği aydınlanma en büyük olanıydı. Bana normal bir ailenin nasıl olduğunu gösterdi. O öldükten sonra ailesi beni kızları gibi gördü, şefkatin nasıl bir şey olduğunu öğrendim. Sonra birkaç Deniz daha oldu. Hiçbiri bu tesadüfü karartacak insanlar değillerdi. Sonra sen oldun, babamın sandalyesinde oturmaya ve benimle konuşmaya başladın. Bana bakmaya başladın. Benim nefret ettiğim yüzümü bana sevdirdin. Senin de adının Deniz olmasını isterdim.”

Deniz konusuna girdiği andan itibaren yüzümde anlamını bilmediği bir gülümseme vardı. Şimdilik Gordion Düğümü bendeydi. Konuşması bittikten sonra da çözülme sırası bana geldi ya da çözülmüş gibi yapma. En başından başladım.

“Doğduğum yeri anlatmıştım sana. İnsanlar denizi sadece bir efsane olarak bilir orada. Ve bu efsane öyle güzel anlatılırmış ki, annemi hep etkilermiş. Her gece hayalinde gök rengi ve çok büyük suları düşünerek uyurmuş. Babamı da ikna etmiş ve ben doğduğumda bana Deniz adını koymuşlar. Ama daha kimliğime işlenmeden ayrılmak zorunda kalmışız. Taşındığımız şehirde de deniz sadece anlatılanlardan ibaretmiş. Ayrılmamızı gerektiren olaylar yüzünden bütün ailenin adı ve soyadı değiştirilmiş. Haliyle benim adım da artık Deniz olmaktan çıkmış. Herkes birbirinin yeni adına alışırken arada unutulup gitti.”

Bu uydurma hikayeyi anlatırken gözlerindeki zeytinler olgunlaştı. Böyle bilmesinin kimseye zararı olmayacaktı. Üzerindeki bu büyülenmiş hali atmasını bekledim. Gözleri hala yaşlıydı. Yanındaki saksıdan bir avuç toprak aldı ve birkaç damla yaşını toprağa damlattı. Sonra içeriye gitti. Geldiğinde içerisinde az önce gözyaşıyla ıslattığı toprağın olduğu bir kavanoz bıraktı masaya. Ne yaptığını anlamıştım. O anki gülümsemesi, bu yalanı ölene kadar sürdürmem için yeterliydi. Boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.

“Geçen gece kurduğun bir cümle vardı. Bizim kimliğimiz yalnızca toprak olabilir demiştin. Bu saksıdaki toprak senin doğduğun yerden gelme. Bunu bilmiyordun di mi?”

Sonra ellerimi aldı ve kavanozun etrafına sardı.

“Bundan sonra senin kimliğin bu toprak. Sakın kaybetme.”

***

Gordion’da, bugünkü Ankara sınırları içerisinde, Frigya’nın ilk kralı Gordios’un attığı bir düğüm vardır. Gordios, şehre gelirken yanında getirdiği kağnıyı kızılcık dallarıyla bir tapınağa bağlar ve bu düğümü çözenin Asya’nın Hükümdarı olacağını söyler. Bu düğüm yüzyıllarca çözülemez, ta ki Büyük İskender gelene kadar. Ne yazık ki İskender de elleriyle ve zekasıyla düğümü çözemeyip kılıcıyla parçalar.