28 Mayıs 2018 Pazartesi

Ihlamur Çiçeği


Bir Pazar öğleden sonrasıydı. Gökyüzünün grisi her şeyi soldurmaya başlamıştı, bahçe kapısının rengi bile artık o kadar parlak görünmüyordu. Kapı, sarıya boyandığı günün mutluluğunu bugün taşımıyordu. Oysa boyarken, o anki hislerin boyanın altında sonsuza kadar saklı kalacağına ve kendini hatırlatacağına inanmıştı. Bugüne kadar inandığını bulmuştu da. Ama bugün buraya oturduğunda, zamanında arabayı park ederiz niyetiyle yapılmış beton düzlükte birikmiş suyu izlerken kapının o hislerle parlamadığını fark etti. Ne değişmiş olabilirdi?

Bir kedi yan bahçeden atlayıp geldi. Biriken sudan biraz içmeye başladı. Durup bahçeye bakınırken alnına düşen bir yağmur damlasının korkusuyla doğrudan kapıya kaçtı. Damlayı düşerken ve düştükten sonra izlemişti. Kedinin tüylerine ilk değdiği anda yayvanlaşmış ve burnuna doğru akmaya başlamıştı. Sıçrayan minik damlacıklardan bazıları kedinin sağ gözüne kaçmıştı. Kapıda durup damlanın nereden geldiğini anlamak ister gibi yukarı baktığında kedinin gözlerinin grileştiği gördü. Sonra ikisi birlikte damlaların artışına anlam yüklemeye çalışır gibi yukarı baktılar. Kedinin ne düşündüğü belli olmuyordu fakat o yukarı bakarken yağmurun bilimsel açıklamasını düşünmeye başlamıştı. Aklında Attila İlhan’ın “yağmur bilmediğim başka bir gökten yağıyordu” dizesini saklanmıştı ve sanki beyninde daha önce farkına varmadığı bir yoldan geçerek kulaklarına ulaşmaya çalışıyordu. Sonunda dize ulaştı ve hatırlamış oldu. Yeni öğrendiği yoldan giderek şiirin diğer dizelerini de hatırladı. Hatırlamak, zihnini bir mahalleye dönüştürüyordu. Kırmızı kiremitlerin hüküm sürdüğü sokaklarda, hiç durmadan sigara içen evlere dönüşüyordu hatıralarındaki insanlar. Atmosfere karbon kusan onlarca, yüzlerce ev gibi zihnini kirletiyordu hatıralarındaki insanlar.

Sıkı sıkıya sarıldığı hatıralardan ve o hatıralardaki insanlardan bu denli nefret etmesine neyin sebep olduğunu anlamıyordu. Su birikintisine düşen damlaların yarattığı minik baloncuklara bakmaktan kendini alamıyordu. Daha çok küçükken, her yağmur yağdığında buraya oturup o baloncukları izlerdi. Hayalinde onları denizaltılar yapar ve yeni bir yağmur damlasıyla vurulmalarını beklerdi. Yağmur damlalarının bir torpido görevi gördüğüne olan inancı büyüdüğünde de geçmemişti. Bazı farklılıklar vardı ama damlalar hala hedefine kilitlenmiş torpidolara benziyordu. Kafatasına değen her bir damla onun zihninde uyanmasını istemediği bir noktayı uyandırmakla görevliydi. Yağmurun etkilerini biliyordu ama bugün olan şeyler fazlaydı artık.

Bir vahada, ağaçların gölgesinde uyuyan bedevileri uyandıran kum fırtınasıydı o yağmur. Hayatının aslında yolunda olmadığını böyle belirtiler sayesinde anlayabilirdi. Değişen hiçbir şey yoktu, sadece uyanmıştı. Uyanan her şey gibi o da üzerine sinen dinlenme yanılgısına yakalanmıştı. Bu farkındalığın yarattığı harekete geçme dürtüsüyle hayatında güvenli bir konum aradı. İçgüdüsel olarak bir kadını aramaya yöneliyordu. Ama bu kum fırtınasında onun güvenli çatısını bulacak kadar imkanı yoktu. Bulsa bile o kapıdan içeri girmesi yasaktı. Yapılacak tek doğru şey, en yakın çatının altına girmektir.

Aylardır bir şeyleri yanlış yapıyordu. Bir arpa boyu kadar bile ilerleyememişken uçtuğunu düşünüyordu. Bu yanılsamanın ona pahalıya mal olmaması için müdahale etmesi gerekiyordu. Gerçekçi olabilmek için gerekirse ayaklarını betona gömecekti ama yapacaktı.

“Gerçekçiliği kazanabilmek için önce hayal kurmak lazım gelir.” Bunun nasıl işlediğini çözmesi çok zamanını almıştı ama yıllar önce birinin ona söylediği bu cümle şu an çok işini yaramıştı. Hayalini kurduklarına kavuşabilmek için önce gerçekleri ona uydurması gerekliydi. Gerçekler, zorunluluklardan ibaretmiş gibi görünebilir ve eğer zorunlulukların arkasına geçerseniz kalanıyla karşılaşabilirsiniz.

Onun şu anki durumu tam ortada olmak olarak tanımlanabilirdi. Kendini motive etmek için sürekli tekrarlamaktaydı;

“Gördüklerimin gerçek olması, bütün gerçeğin benim gördüklerimden ibaret olduğu anlamına gelmez.”

Bu ilk şokun ardından en yakınındaki arkadaşını aradı. Konuşmanın çoğu kapattıktan sonra unutmuştu. Aklında sadece bu akşam Yeni Dünya isimli barda buluşacakları ve yanına birkaç günlük eşya alması gerektiğini tutmuştu. Daha fazla dayanamadığı için hazırlanıp hemen çıktı.

Arkadaşının gelmesine hala saatler olduğunun farkındaydı ama Yeni Dünya’nın kapısından girip bir başkasının belirlediği şarkıları dinlemek istiyordu. Buraya ilk gelişiydi bu sebeple her adımı derinlemesine bir inceleme başlatıyordu. Barın tahta giriş kapısından sonra hiç bitmeyen merdivenler başlıyordu. Dört kat çıkarak terasa gidecekti. İlk kat aydınlık ve hafif bir atmosfere sahipti. Krem rengi duvarlar ve koyu ahşap bar sandalyeleri ile klasik bir duruşu vardı. İkinci kat daha soyut bir tasarıma sahipti, içeriye loş bir hava katan bordo duvarlar ve duvarlarda ev içi bitkileri vardı. Bu katı geçmeden önce gözü bir sarmaşığın ölmüş yapraklarına takıldı. Baktıkça daha fazlasını buluyordu fakat izleyerek vakit kaybedemezdi. Merdivenden devam etti. Üçüncü kata vardığından ışıkların yanmadığını düşündü. Geçmek bile iç karartıcıydı, durup incelemeye çalışmadan devam etti. Dördüncü katın girişindeki kapı kapalıydı, üçüncü kattan sonra bu onu çokça heyecanlandırmıştı. Kapıyı araladı ve yeni bir dünyaya girdiğini hissetti.

Batmak üzere olan güneş yüzünü yaladı önce, sonra tuzlu bir rüzgar girdi hafif aralık kapıdan. Kapının serin iç kısmını bırakıp, ısınmış dışına elini attı. Bedenini dışarı çıkardı ve güneşten daha çok ısı yakalayabilmek için göğsünü öne doğru çıkardı. Derin bir nefes almanın tam sırasıydı. Bu yeni dünyada aldığı ilk nefesteki tuz ciğerlerinde çözündü. Anlık olarak kanının tazelendiğini hissetmişti. Sırt çantası ağır geliyordu, sanki bir zorundalıktan kurtulacakmış gibi çantasını çıkardı. Gördüğü ilk boş masa çatının, dördüncü katın, en uç kenarındaydı. Yaklaştıkça elinde tuttuğu çantayı sandalyeye fırlatmak için sabırsızlanıyordu. Bir garson peşine takıldı. Onu da bir zorunluluk gibi atlatması gerekiyordu. O an tek korkusu masanın başka biri adına rezerve olması olabileceğiydi. Ne gerçek kalmıştı ne yanılsamadan çıkışın etkisi.

Sonunda gereken mesafeye ulaştığında çantasını bıraktı ve karşısına oturdu. Güneşin her gün, her saniye gerçekleşen cenaze törenine katılmaktan mutluydu. En azından hiçbir yerde gri yoktu. Renkler pastelliğini koruyor olması onu mutlu etmişti. Peşindeki garson kız, menüyü iki eliyle karnı hizasında tutmuş ona bakıyordu. O bir süre daha yüzünü güneşten uzaklaştırmamak için bu zorunluluğu yok saymaya çalıştı. İnsan güzel şeylere kavuşmak için önce zorunluluklarını halletmelidir düşüncesiyle, menüye tenezzül etmeden belki de yüzlerce defa kurduğu bir yetmişlik fıçı bira lütfen cümlesini çıkardı ağzından. Nezaket gereği garsonun yüzüne bakmıştı. O birkaç saniyenin hayatından çalındığını düşündü. İyi ki buraya erken gelmişti.

Onun için gerçek bir yeni dünya olmuştu bu bar, adı gibi. Şehir üzerindeki bütün bulutlardan kurtulmak için kendini silkelemiş gibiydi. Yeniden doğmak için mükemmel bir gün. Güneşe bakarken bir menteşeden gelen dayanılmaz bir gıcırdama ile anlık bir öfke yaşadı. Huzurlu olmaya yakın bir anı bozan minik ayrıntıları umursaması için yanlış yerdeydi. Kendisi kapıyı açarken bu gıcırdamayı duymamıştı bile, şimdi de duymayabilirdi. Müziğe odaklandı, sakin bir şarkı duyduğunda buna ihtiyacı olduğunu hissetti. Daha önce duymadığı bir şarkı çalıyordu, davulun üzerine bir örtü serilmiş gibi boğuk bir ritimle sürüp gidiyordu. Kendini kaptırmak üzereyken kapı bir kez daha gıcırdadı ve içeriye parlak hisleri çağrıştıran bir kadın girdi. Kadının görüntüsü burnunda ıhlamur çiçeği kokusu duymasını sağladı. Boğucu fakat tatlı bir koku. Kadının yürüyüşü ve bavulunun tahta döşemede bir kalkıp bir inmesi daktilo tuşlarına basılıyormuş gibi bir ses yaratıyordu, ya da o öyle duymak istiyordu. Kadın durdu. O içinden, kendinin bile duyamayacağı kadar içinden bir cümle kurdu.

“kadın, bir şiir gibi geldi.”

Kadın etrafına bakındı ve onun masasının yanındaki boş masaya geçti. Sırtı ona dönük oturdu. Görebildiği tek şey ince ve yuvarlak omuzlardı. Bir süre sonra aynı garson kız bu sefer de kadının masasının yanında belirdi. Kadının ne sipariş vereceğini duymaya çalışırken kendi siparişini hatırladı. Masanın ondan uzak kısmında ne zaman geldiğini hatırlamadığı bira şişesi duruyordu. Bira şişesine uzanırken terasın ışıkları yandı, güneşin son anlarını kadını izlerken kaybetmişti. “Güzel şeyler tek tek gelmelidir.” Yıllar önce aynı kişinin ona söylediği bir başka cümle. Okuduğu, gördüğü, düşündüğü, yaşadığı her durumda, eylemde, eserde olduğu gibi bu akşam da aç gözlülüğün bir yanılış olduğu kanıtlanmıştı. Güzel olan her şey zamanı geldiğinde yerini başka güzelliklere bırakır ve bunu kabullenmemiz gerekir.

Kadın hiçbir doğallığı bozmadan, dimdik oturuyordu. Sanki böyle doğmuş ve böyle büyümüştü. Bu gururlu duruşun üzerine bu denli oturuyor olması onun çok hoşuna gitmişti. Çantasından çıkardığı bir tokayla saçlarını atkuyruğu yaptığında, ensesinde dağılmakta olan kısacık saçları gördü. Lambaların sarı ışığı, akşamın tuzlu esintisi ve kadının minik saçları arasında muhteşeme yakın bir gölge oyunu oynanıyordu. Kadının ensesi ve krem rengi elbisesi sayesinde çıplaklaşan omuzlarını izlemek, teninin kokusunu tahmin etmeye çalışmak onun için bir oyuna dönüşmüştü.

Başlangıçta onunla konuşmayı istemiyordu. Orada bir canlı, nefes alan herhangi bir varlık olarak bulunması ona yetiyordu. Akşam ilerledikçe ve daha fazla alkol tükettikçe bu isteği yön değiştirmeye başladı. Kadının orada olması ona huzursuzluk katmaya başlamıştı. Güneş gözlükleri yüzünden yüzünün sadece yarısını görebilmişti, arkasından gördüğü kadarını ezberlemişti. Arada bir ensesine giden elinin dışını görmüştü. O kadardı. Bu kadar çekici bulması değişen bir şeyler olduğunun en büyük alametiydi. Alkolün kanındaki derişiminin artması, cesaretini pekiştiriyordu. Rüzgar onu içinde demir cevheri ergitilen bir dağa dönüştürüyordu. Kanı, muson rüzgarlarıyla harlanan fırın ateşine dönüşmüştü çoktan. Her an kalkıp kadının masasına gidip karşısına geçebilirdi. Bunun kadının tadını kaçırmasından çekiniyordu, yavaş yavaş birasını yudumlayıp kitabını okuyan bu kadına yapabileceği en büyük kötülük belki de buydu.

Neredeyse bir saattir başka yöne bakmamıştı. Ve başını sağa çevirdiği anda şehrin karşı tarafında yükseklere doğru giden ışıklarla karşılaştı. Bu hayranlıkla izleyişi ona bir farkındalık kazandırdı. Etkileyici olan kadın değildi, etkilenmeye müsait olan oydu. Önce güneş, sonra kadın, şimdi de ışıklar.

Biraz daha yukarı baktığında rengini çözemediği ama parlaklığı sebebiyle gezegen olduğunu düşündüğü bir gök cismiyle karşılaştı. Jüpiter ya da Venüs diye düşünüyordu. Belki de daha önce adını duymadığı bir yıldızdı. Yılın bu mevsiminde göğün bu tarafına bakmamış birinin göremeyeceği ve merak etmeyeceği bir yıldız. Onu görmenin, sahiplenmeye yeteceği bir yıldız. Bu düşünceler gökcismi için mi yoksa kadın için mi emin olamıyordu. Müzik ilk oturduğu zamandan beri ilk defa biraz bile olsa hareketlenmişti. Önünde oturan kadını belki de bir daha hiç göremeyeceği düşüncesi ile kendini motive etti.

Bardağın dibinde kalan birayı önemsemeden ayağa kalktığında isminin seslendiğini duydu. Bu sefer kapının gıcırdamasını duymamıştı bile. Arkadaşı bir metreden biraz ötede duruyordu. Acilen yola çıkmaları gerektiğini, sabah kahvaltısına yetişmek istediğini söylüyordu. Zorunda olmanın bu ağız kurutucu etkisini yeniden yaşadı.

Giderken aklında hala kadınla konuşmak vardı. Teninin kokusunu çözmek için birkaç gün onun yanında uyumak istiyordu. Ne yazık ki merdivenleri inerken beynini kurcalayan bütün senaryolar yavaş yavaş solmaya başlamıştı.

Gün doğumundan hemen sonra, arka koltukta gözlerini açtığında sadece gri renkle karşılaşacağını arkadaşının arabasına bindiğinde bilmiyordu. Uyumadan önce bugünü, toz fırtınasını ve kadını zihnine sakladı. Bu sefer zihnindeki o yolu unutmayacaktı.

Uyandığında sevinçle bulutlara seslenmek istedi. Gri de olsa orada olan bulutlara. İlk görüşte bulup unuttuğu şeyi anlatmak istedi. Kokuyu anlayabilmişti. Tek yaptığı sessizce, neredeyse içinden bir konuşmak oldu.

“ıhlamur çiçeği kokuyordu.”

25 Mayıs 2018 Cuma

İyi Yaşa

Bugün araladın hayatın taç yapraklarını.
Dünyaya şöyle bir uğramaya mı gelmiştin yoksa?
Bir adamın hayata karşı beslediği kiniydin belki,
Belki de gençliğin şarap mahmurluğuydu seni taşıyan.
Yine de iyi ki geldin.
Bir ejderha doğuracağını tahmin ediyor muydu annen?
Gözlerinden öpülen bir kız çocuğu muydun küçükken,
N'olur anlat biraz.
Sana dönme dolaplar hediye etmedi mi kimse?
Bu adı konmamışlığın neden böyle?
Okyanuslar dökülüyor üzerimizden
Ve bir iç denize benziyor aramız.
Haritalara baksan, Batı Anadolu.
Havayı ve suyu ve toprağı ısıtan senin varlığın burada.
Sana adanmış bir tek yön tren biletini,
Rüzgarında kırılmadan durduğumuz o tepeyi,
Ve güneş doğuracak bir kadını koydum cebime şimdi.
Sana gelmeyi bekliyorum.
Bütün umutların limiti sonsuzdur.
Şimdi kırılan bu beklenti kemiklerini hissetmiyorum bile.
İyi ki geldin dünyaya,
Senin bir yerlerde var olman yeter.
Hep aynı yerde kıvrılan bir nehre benzese de hayatın,
İyi ki yaşadın şimdiye kadar.
İyi yaşa bundan sonra.

20 Mayıs 2018 Pazar

Akdeniz'e

Bu acı bana Orta Afrika'dan kaldı.
Hep aynı koyu kahve gözlerin peşinde,
Akdeniz'e ulaşmaya çalışıyorum şimdi.
Dudaklarımda tuz yanığı bir küskünlük var,
Bakma somurttuğuma mutluyum peşinden gelmekten.

Gine Körfezi'nde sana bir mektup yazdım.
Dünyanın kanla şişmiş göbeğindeyim dedim.
Bozkırı andırsın diye açık kahveye boyadım kamaramı,
Kuraklığa duyduğum özlemi yazdım mektubumda.
İçimden yükselen sesleri anlattım.

Karanlığın insana bıraktığı parlak kırmızı izi ve
Günahlarımın asla temizlenmeyecek lekelerini buldum içimde.
İçimde yumru yumru boşluklar buldum,
Doldurmak için yıllardır koşturduğum.
Ben doldurdukça onların boşalttığı koca koca çukurlar.
En kanlısından hala sızıyor, minik öfke nöbetleri.
Ama biliyorum dağları izledikçe dolan boşluklar bunlar.
Bana şehrinin en yüksek dağını gezdir.
Ağaçların kabuklarıyla konuşayım.
Seni öbek öbek koymadan önce,
Bütün boşlukları düzlemem gerekiyor,
Bir mimar titizliğiyle.
Bundandır peşinde olmam,
Peşinde olmaktan mutlu olmam.

Sıkıldım hep okyanus enginliğinde olmaktan,
Güneşli bir Akdeniz sabahı istiyorum seninle.

18 Mayıs 2018 Cuma

Bin yılın Lilisi

Bin yılda doğan bir çocuğun sesini duyuyorum,
Bin yıldır ekili olan tohumlardan söz ediyor.
Senin içinde unuttuğum tohumlardan.
Bin yıldır kapıların kapalı ay ışığına,
Açsan büyüyecekti kalbimizle çocuklar.
Geceleri kulağına fısıldayana benzemeyeceklerdi.

Şimdi hastalıklı bir soyu sürdürmek için,
Birleşmemiz gerekmekte.
Kanla, sütü aynı cezvede ısıtmalıyız.
Mezopotamya'nın hastalıklı dölünün taşıyıcısıyım.
Babil'in bahçelerini yeniden yapacak olanın babası benim.
Ninova'yı yıkacak olanım.
Çeliği çelikle dövmek için zamanı gelmeden,
Birleşmemiz gerekmekte.

Karanlıkta deniz sandığın boşluğu maviye boyayabilirim.
Acemi işçi beceriksizliğinden kurtuldum,
Elim yatkın artık tenine.
Hayatı nereden tutacağımı öğrendim, bin yılda.
Geçmişin hayaleti olarak kalmamak için,
Kendimi boyayarak başladım öğrenmeye.

Şimdi pimi çekilmiş bombalar gibi kelimeler bırakıyorum içine,
Kendi etimden çıkardığım yeni cümleler bunlar.
Bin yıldır uzak izleyerek bekledim,
Artık konuşma sırası bende.
Çünkü beklenen bütün kehanetler gerçekleşti.
Tanrı fısıldadı kulağıma.
Bu hasta soyu devam ettirmem için doğuruldum ve
On dört gün sonra, kendimi doğurdum.
Ölmemenin izi yaşama hırsı olarak kalıyor parmaklarımızda.
Budur emeği öğreten.

Ve emek ve hırsla mutantlaşan bu soy,
Bu nasırlaşmış et kalbimizin üzerindeki,
Hurdalığa dönüşmüş balkonları gizleyen
Rengarenk ve uzun örtüleri andırıyor.
Seni çağıran karanlığı maskeleyen örtüler.
Yüz, otuz ve iki gün geçince sesim yetişti sana.
Babil'in Lilitu'su, İsrail'in Laila'sı
Adem'in ilk kadını.
Yüz otuz iki gün daha bekleyeceğim gelmeni,
Yeniden doğmadan bir rehber olabilmek için sokağına.

Gel,
Birleşmemiz için bütün alametler gerçekleşti.
Bir adım sonra kıyamet kopacak ve,
Bin yıl önceki gibi
Dünyada sadece ikimiz kalacağız.

7 Mayıs 2018 Pazartesi

Gümüş

Boynunda gümüşten çocuklar yüzüyordu,
Taze ve sıcak bir günahın içinde.

Fotoğrafa sinen ruhun,
Defterin köşesine yazılmış tarihten beri orada saklı kaldı.

Yol boyu yüzünün parçalarıyla yetindim,
Tanrının denizinde yıkanan saçlarının kapattığı yüzünün parçalarıyla.

Kendini sıcak suyla günahlarından arındırmaya çalışırken sen,
Bütün sahneleri yeniden yaşıyordum küçük odanın nemli tavanında.

Yüzündeki yeni çizgileri öpemeyeceğim için üzülüyordum,
Yüzüme bir parça kireç düşerken tavandan.

Yüzün yüzüme doğuyordu,
Çenenin hemen altından kavrıyordu elim boğazımı.

Yüzün, yüzümden uzuyordu,
Bir yarı tanrı gibi doğuyordun kucağıma.

Seni bir zaferi anlatır gibi yükselttim,
Şehrinin en yüksek tepesinin tepesinde.

Boynunda gümüş renkli ölüler bir siperi dolduruyordu,
O adam için Achilles'in topuğuna benzeyen boynunda.

Artık bana okumadığın destanları anlatmıyorsun,
Anlamını bilmediğin cümleleri fısıldamıyorsun.
Bir kadının ürperişindeki payımı sorgulamıyorsun.
Ve utanmıyorsun artık memelerini açarken,
Ne rüyalarından ne gözlerden,
Ne de bin pencereden.
Geceleri başka başka adamların seslerini duyuyorsun,
Her boğazdan çıkmıyor öyle şiirler.
Artık saçların başka adamların başka kadınları sevişi gibi seviliyor.
Artık,
Hep,
İkinci el cümleler konduruluyor,
Gümüş çocuklarımın dinlendiği boynuna.

5 Mayıs 2018 Cumartesi

Dağın Sırtı

Bir dağı incitmeden bir kadının beline dokunurken,
Geçit vermeyen sırtlardan verimli vadilere yol açarsın.
Tepelere dikilen bayraklarla çağırırsın zaferi.
Savaşır ve gerekirse kaybedersin,
-Kaybetmiş rolü yaparsın.-
Bazen, kazançlı olan kaybetmektir.

Daha temiz sayfalara ulaşman gerekir.
Bir sabah yürüyüşünde karşılaştığın kelebeklere sor yolu,
Onlar hatırlıyordur bir kozanın nasıl parçalanabildiğini.
Yeni bir hayatın nasıl başladığını.
Çünkü kendini yeniden doğuranlar,
Asla unutmazlar.

Ben de bu yolda doğdum,
Bir dağın sırtını aşındırarak.

Zaaf (Öğrenilmemiş Kokular - 10)

Yanında uyandığım sabahlar,
Güneşe çağıran hatırlarım.
Yeniden çağrılırım umudu kaplar içimi.
Yeni şarkılar peşinde o şehirlerdeyken ben,
Boynumda bir çıban gibi durur sana olan zaafım.

Ensene yaklaşan omuzlarına yakışır bir nefes dolusu yaşamak,
Çekme kendini.
Gidelim, en uç noktası neredeyse dünyanın.
Mevsim değişsin altımızda, düşüp kalalım.
İlk defa yattığımız yataklar tanısın bedenlerimizin izini.

Zamanın geriye gitme ihtimaliyle dokunurum saçlarına.
Fizik kanunlarına karşı çıkarım, her yüzüne eğilişimde,
Sana geniş zamanlı bir şiir olmaya yeltenirim.
Senin kestane yoğunluğunu bastırmaya
Ne alkolün tanıdık kokusu yeter,
Ne de çarşaftaki yumuşatıcı kokusu.
Beni şehre bağlayan yegane şey peşinde olmak.
Yüzünü yukarıdan izlemek için yokuşlar tırmanmak,
Merdivenler çıkmak hiçbir şey.
Bütün gerginliğim parçalanır aramızdaki nefessizlikte,
Her zaman.

Bütün zamanları birleştirelim hadi!
Birlikte durduğumuz bütün zamanları.
Birlikte güldüğümüz.
İşte o zaman,
İşte bütün zamanların toplamında,
Bir zaaf niteliğinde saçlarına adanmış şiirlerimi okurken ben
Hiçbir davanın emekçisi olmamalıyız.
Hiçbir kavganın hükmü kalmamalı aramızda.
Yalnızca insan olmalıyız, yalnızca et ve kemik.
Yalnızca sen.
Yalnızca ben.