Bir Pazar öğleden sonrasıydı. Gökyüzünün grisi
her şeyi soldurmaya başlamıştı, bahçe kapısının rengi bile artık o kadar parlak
görünmüyordu. Kapı, sarıya boyandığı günün mutluluğunu bugün taşımıyordu. Oysa
boyarken, o anki hislerin boyanın altında sonsuza kadar saklı kalacağına ve
kendini hatırlatacağına inanmıştı. Bugüne kadar inandığını bulmuştu da. Ama
bugün buraya oturduğunda, zamanında arabayı park ederiz niyetiyle yapılmış
beton düzlükte birikmiş suyu izlerken kapının o hislerle parlamadığını fark etti.
Ne değişmiş olabilirdi?
Bir kedi yan bahçeden atlayıp geldi. Biriken
sudan biraz içmeye başladı. Durup bahçeye bakınırken alnına düşen bir yağmur
damlasının korkusuyla doğrudan kapıya kaçtı. Damlayı düşerken ve düştükten
sonra izlemişti. Kedinin tüylerine ilk değdiği anda yayvanlaşmış ve burnuna
doğru akmaya başlamıştı. Sıçrayan minik damlacıklardan bazıları kedinin sağ
gözüne kaçmıştı. Kapıda durup damlanın nereden geldiğini anlamak ister gibi
yukarı baktığında kedinin gözlerinin grileştiği gördü. Sonra ikisi birlikte
damlaların artışına anlam yüklemeye çalışır gibi yukarı baktılar. Kedinin ne
düşündüğü belli olmuyordu fakat o yukarı bakarken yağmurun bilimsel
açıklamasını düşünmeye başlamıştı. Aklında Attila İlhan’ın “yağmur bilmediğim başka bir gökten yağıyordu” dizesini saklanmıştı
ve sanki beyninde daha önce farkına varmadığı bir yoldan geçerek kulaklarına
ulaşmaya çalışıyordu. Sonunda dize ulaştı ve hatırlamış oldu. Yeni öğrendiği
yoldan giderek şiirin diğer dizelerini de hatırladı. Hatırlamak, zihnini bir
mahalleye dönüştürüyordu. Kırmızı kiremitlerin hüküm sürdüğü sokaklarda, hiç
durmadan sigara içen evlere dönüşüyordu hatıralarındaki insanlar. Atmosfere
karbon kusan onlarca, yüzlerce ev gibi zihnini kirletiyordu hatıralarındaki
insanlar.
Sıkı sıkıya sarıldığı hatıralardan ve o
hatıralardaki insanlardan bu denli nefret etmesine neyin sebep olduğunu
anlamıyordu. Su birikintisine düşen damlaların yarattığı minik baloncuklara
bakmaktan kendini alamıyordu. Daha çok küçükken, her yağmur yağdığında buraya
oturup o baloncukları izlerdi. Hayalinde onları denizaltılar yapar ve yeni bir
yağmur damlasıyla vurulmalarını beklerdi. Yağmur damlalarının bir torpido
görevi gördüğüne olan inancı büyüdüğünde de geçmemişti. Bazı farklılıklar vardı
ama damlalar hala hedefine kilitlenmiş torpidolara benziyordu. Kafatasına değen
her bir damla onun zihninde uyanmasını istemediği bir noktayı uyandırmakla
görevliydi. Yağmurun etkilerini biliyordu ama bugün olan şeyler fazlaydı artık.
Bir vahada, ağaçların gölgesinde uyuyan bedevileri
uyandıran kum fırtınasıydı o yağmur. Hayatının aslında yolunda olmadığını böyle
belirtiler sayesinde anlayabilirdi. Değişen hiçbir şey yoktu, sadece uyanmıştı.
Uyanan her şey gibi o da üzerine sinen dinlenme yanılgısına yakalanmıştı. Bu
farkındalığın yarattığı harekete geçme dürtüsüyle hayatında güvenli bir konum
aradı. İçgüdüsel olarak bir kadını aramaya yöneliyordu. Ama bu kum fırtınasında
onun güvenli çatısını bulacak kadar imkanı yoktu. Bulsa bile o kapıdan içeri
girmesi yasaktı. Yapılacak tek doğru şey, en yakın çatının altına girmektir.
Aylardır bir şeyleri yanlış yapıyordu. Bir
arpa boyu kadar bile ilerleyememişken uçtuğunu düşünüyordu. Bu yanılsamanın ona
pahalıya mal olmaması için müdahale etmesi gerekiyordu. Gerçekçi olabilmek için
gerekirse ayaklarını betona gömecekti ama yapacaktı.
“Gerçekçiliği kazanabilmek için önce hayal
kurmak lazım gelir.” Bunun nasıl işlediğini çözmesi çok zamanını almıştı ama
yıllar önce birinin ona söylediği bu cümle şu an çok işini yaramıştı. Hayalini
kurduklarına kavuşabilmek için önce gerçekleri ona uydurması gerekliydi.
Gerçekler, zorunluluklardan ibaretmiş gibi görünebilir ve eğer zorunlulukların
arkasına geçerseniz kalanıyla karşılaşabilirsiniz.
Onun şu anki durumu tam ortada olmak olarak
tanımlanabilirdi. Kendini motive etmek için sürekli tekrarlamaktaydı;
“Gördüklerimin
gerçek olması, bütün gerçeğin benim gördüklerimden ibaret olduğu anlamına
gelmez.”
Bu ilk şokun ardından en yakınındaki
arkadaşını aradı. Konuşmanın çoğu kapattıktan sonra unutmuştu. Aklında sadece
bu akşam Yeni Dünya isimli barda buluşacakları ve yanına birkaç günlük eşya
alması gerektiğini tutmuştu. Daha fazla dayanamadığı için hazırlanıp hemen
çıktı.
Arkadaşının gelmesine hala saatler olduğunun
farkındaydı ama Yeni Dünya’nın kapısından girip bir başkasının belirlediği
şarkıları dinlemek istiyordu. Buraya ilk gelişiydi bu sebeple her adımı
derinlemesine bir inceleme başlatıyordu. Barın tahta giriş kapısından sonra hiç
bitmeyen merdivenler başlıyordu. Dört kat çıkarak terasa gidecekti. İlk kat
aydınlık ve hafif bir atmosfere sahipti. Krem rengi duvarlar ve koyu ahşap bar
sandalyeleri ile klasik bir duruşu vardı. İkinci kat daha soyut bir tasarıma
sahipti, içeriye loş bir hava katan bordo duvarlar ve duvarlarda ev içi
bitkileri vardı. Bu katı geçmeden önce gözü bir sarmaşığın ölmüş yapraklarına
takıldı. Baktıkça daha fazlasını buluyordu fakat izleyerek vakit kaybedemezdi.
Merdivenden devam etti. Üçüncü kata vardığından ışıkların yanmadığını düşündü.
Geçmek bile iç karartıcıydı, durup incelemeye çalışmadan devam etti. Dördüncü
katın girişindeki kapı kapalıydı, üçüncü kattan sonra bu onu çokça
heyecanlandırmıştı. Kapıyı araladı ve yeni bir dünyaya girdiğini hissetti.
Batmak üzere olan güneş yüzünü yaladı önce,
sonra tuzlu bir rüzgar girdi hafif aralık kapıdan. Kapının serin iç kısmını
bırakıp, ısınmış dışına elini attı. Bedenini dışarı çıkardı ve güneşten daha
çok ısı yakalayabilmek için göğsünü öne doğru çıkardı. Derin bir nefes almanın
tam sırasıydı. Bu yeni dünyada aldığı ilk nefesteki tuz ciğerlerinde çözündü.
Anlık olarak kanının tazelendiğini hissetmişti. Sırt çantası ağır geliyordu,
sanki bir zorundalıktan kurtulacakmış gibi çantasını çıkardı. Gördüğü ilk boş
masa çatının, dördüncü katın, en uç kenarındaydı. Yaklaştıkça elinde tuttuğu
çantayı sandalyeye fırlatmak için sabırsızlanıyordu. Bir garson peşine takıldı.
Onu da bir zorunluluk gibi atlatması gerekiyordu. O an tek korkusu masanın
başka biri adına rezerve olması olabileceğiydi. Ne gerçek kalmıştı ne
yanılsamadan çıkışın etkisi.
Sonunda gereken mesafeye ulaştığında çantasını
bıraktı ve karşısına oturdu. Güneşin her gün, her saniye gerçekleşen cenaze
törenine katılmaktan mutluydu. En azından hiçbir yerde gri yoktu. Renkler
pastelliğini koruyor olması onu mutlu etmişti. Peşindeki garson kız, menüyü iki
eliyle karnı hizasında tutmuş ona bakıyordu. O bir süre daha yüzünü güneşten
uzaklaştırmamak için bu zorunluluğu yok saymaya çalıştı. İnsan güzel şeylere
kavuşmak için önce zorunluluklarını halletmelidir düşüncesiyle, menüye tenezzül
etmeden belki de yüzlerce defa kurduğu bir yetmişlik fıçı bira lütfen cümlesini
çıkardı ağzından. Nezaket gereği garsonun yüzüne bakmıştı. O birkaç saniyenin
hayatından çalındığını düşündü. İyi ki buraya erken gelmişti.
Onun için gerçek bir yeni dünya olmuştu bu bar,
adı gibi. Şehir üzerindeki bütün bulutlardan kurtulmak için kendini silkelemiş
gibiydi. Yeniden doğmak için mükemmel bir gün. Güneşe bakarken bir menteşeden
gelen dayanılmaz bir gıcırdama ile anlık bir öfke yaşadı. Huzurlu olmaya yakın
bir anı bozan minik ayrıntıları umursaması için yanlış yerdeydi. Kendisi kapıyı
açarken bu gıcırdamayı duymamıştı bile, şimdi de duymayabilirdi. Müziğe
odaklandı, sakin bir şarkı duyduğunda buna ihtiyacı olduğunu hissetti. Daha
önce duymadığı bir şarkı çalıyordu, davulun üzerine bir örtü serilmiş gibi
boğuk bir ritimle sürüp gidiyordu. Kendini kaptırmak üzereyken kapı bir kez
daha gıcırdadı ve içeriye parlak hisleri çağrıştıran bir kadın girdi. Kadının
görüntüsü burnunda ıhlamur çiçeği kokusu duymasını sağladı. Boğucu fakat tatlı
bir koku. Kadının yürüyüşü ve bavulunun tahta döşemede bir kalkıp bir inmesi
daktilo tuşlarına basılıyormuş gibi bir ses yaratıyordu, ya da o öyle duymak
istiyordu. Kadın durdu. O içinden, kendinin bile duyamayacağı kadar içinden bir
cümle kurdu.
“kadın,
bir şiir gibi geldi.”
Kadın etrafına bakındı ve onun masasının
yanındaki boş masaya geçti. Sırtı ona dönük oturdu. Görebildiği tek şey ince ve
yuvarlak omuzlardı. Bir süre sonra aynı garson kız bu sefer de kadının
masasının yanında belirdi. Kadının ne sipariş vereceğini duymaya çalışırken
kendi siparişini hatırladı. Masanın ondan uzak kısmında ne zaman geldiğini
hatırlamadığı bira şişesi duruyordu. Bira şişesine uzanırken terasın ışıkları
yandı, güneşin son anlarını kadını izlerken kaybetmişti. “Güzel şeyler tek tek
gelmelidir.” Yıllar önce aynı kişinin ona söylediği bir başka cümle. Okuduğu,
gördüğü, düşündüğü, yaşadığı her durumda, eylemde, eserde olduğu gibi bu akşam
da aç gözlülüğün bir yanılış olduğu kanıtlanmıştı. Güzel olan her şey zamanı
geldiğinde yerini başka güzelliklere bırakır ve bunu kabullenmemiz gerekir.
Kadın hiçbir doğallığı bozmadan, dimdik
oturuyordu. Sanki böyle doğmuş ve böyle büyümüştü. Bu gururlu duruşun üzerine
bu denli oturuyor olması onun çok hoşuna gitmişti. Çantasından çıkardığı bir
tokayla saçlarını atkuyruğu yaptığında, ensesinde dağılmakta olan kısacık
saçları gördü. Lambaların sarı ışığı, akşamın tuzlu esintisi ve kadının minik
saçları arasında muhteşeme yakın bir gölge oyunu oynanıyordu. Kadının ensesi ve
krem rengi elbisesi sayesinde çıplaklaşan omuzlarını izlemek, teninin kokusunu
tahmin etmeye çalışmak onun için bir oyuna dönüşmüştü.
Başlangıçta onunla konuşmayı istemiyordu.
Orada bir canlı, nefes alan herhangi bir varlık olarak bulunması ona yetiyordu.
Akşam ilerledikçe ve daha fazla alkol tükettikçe bu isteği yön değiştirmeye
başladı. Kadının orada olması ona huzursuzluk katmaya başlamıştı. Güneş
gözlükleri yüzünden yüzünün sadece yarısını görebilmişti, arkasından gördüğü
kadarını ezberlemişti. Arada bir ensesine giden elinin dışını görmüştü. O
kadardı. Bu kadar çekici bulması değişen bir şeyler olduğunun en büyük
alametiydi. Alkolün kanındaki derişiminin artması, cesaretini pekiştiriyordu.
Rüzgar onu içinde demir cevheri ergitilen bir dağa dönüştürüyordu. Kanı, muson rüzgarlarıyla
harlanan fırın ateşine dönüşmüştü çoktan. Her an kalkıp kadının masasına gidip
karşısına geçebilirdi. Bunun kadının tadını kaçırmasından çekiniyordu, yavaş
yavaş birasını yudumlayıp kitabını okuyan bu kadına yapabileceği en büyük
kötülük belki de buydu.
Neredeyse bir saattir başka yöne bakmamıştı.
Ve başını sağa çevirdiği anda şehrin karşı tarafında yükseklere doğru giden
ışıklarla karşılaştı. Bu hayranlıkla izleyişi ona bir farkındalık kazandırdı.
Etkileyici olan kadın değildi, etkilenmeye müsait olan oydu. Önce güneş, sonra
kadın, şimdi de ışıklar.
Biraz daha yukarı baktığında rengini çözemediği
ama parlaklığı sebebiyle gezegen olduğunu düşündüğü bir gök cismiyle
karşılaştı. Jüpiter ya da Venüs diye düşünüyordu. Belki de daha önce adını
duymadığı bir yıldızdı. Yılın bu mevsiminde göğün bu tarafına bakmamış birinin
göremeyeceği ve merak etmeyeceği bir yıldız. Onu görmenin, sahiplenmeye
yeteceği bir yıldız. Bu düşünceler gökcismi için mi yoksa kadın için mi emin
olamıyordu. Müzik ilk oturduğu zamandan beri ilk defa biraz bile olsa
hareketlenmişti. Önünde oturan kadını belki de bir daha hiç göremeyeceği
düşüncesi ile kendini motive etti.
Bardağın dibinde kalan birayı önemsemeden
ayağa kalktığında isminin seslendiğini duydu. Bu sefer kapının gıcırdamasını
duymamıştı bile. Arkadaşı bir metreden biraz ötede duruyordu. Acilen yola
çıkmaları gerektiğini, sabah kahvaltısına yetişmek istediğini söylüyordu.
Zorunda olmanın bu ağız kurutucu etkisini yeniden yaşadı.
Giderken aklında hala kadınla konuşmak vardı.
Teninin kokusunu çözmek için birkaç gün onun yanında uyumak istiyordu. Ne yazık
ki merdivenleri inerken beynini kurcalayan bütün senaryolar yavaş yavaş solmaya
başlamıştı.
Gün doğumundan hemen sonra, arka koltukta gözlerini
açtığında sadece gri renkle karşılaşacağını arkadaşının arabasına bindiğinde
bilmiyordu. Uyumadan önce bugünü, toz fırtınasını ve kadını zihnine sakladı. Bu
sefer zihnindeki o yolu unutmayacaktı.
Uyandığında sevinçle bulutlara seslenmek
istedi. Gri de olsa orada olan bulutlara. İlk görüşte bulup unuttuğu şeyi
anlatmak istedi. Kokuyu anlayabilmişti. Tek yaptığı sessizce, neredeyse içinden
bir konuşmak oldu.
“ıhlamur
çiçeği kokuyordu.”