30 Nisan 2018 Pazartesi

Soluk (Öğrenilmemiş Kokular - 9)

Soluğuma kıvrılan solukluğuna vardım
Bir yolculuk sonunda.
Uykulu bir yakınlığın esnek temasını,
Dolunaya yaklaşan ışığın yumuşak yoğunluğunu,
Ellerinin dinlenmeyen savaşçılığını sundun.

O şehirde bir çakmağımı ve bir anımı kaybettim.
Yerine yeni olan ne varsa, hisler dahil, aldım çantama.
Yaz dedin, belki tanrıydın.
Yaz dedin, belki yarımdın.
Belki sadece yarındaydın ama yanımdaydın.
Yazdım.

O şehirde bir çakmak ve bir yolculuk şiiri buldum.
Yerine, manzara telaşıyla, birlikte atılan son adımları bıraktım.
Soğuk bir duş ve biraz ısırgan otu aldım kendime.
Parmaklarıma sinmiş yasemin kokusuyla döndüm.
Çantamda, kurutulmuş göl bitkileri vardı.

Çocuk odalarının küçük pencerelerinde,
Belinin tek harflik senliğine dokundum.

Sıkış tepiş otobüs saatlerinde bir kokuyu düşünerek
Binlerce cümleyi teptim.
İkimize özel kalacak bir anı kazandım.
Yaz dedin, demesen de yazacaktım.
Çünkü boynun koktum yol boyunca.

28 Nisan 2018 Cumartesi

Hadi (Öğrenilmemiş Kokular - 5)

Hadi!
Yüzünde avuçlar dolusu gülmelerle,
Hiç gitmek istemediğin o şehirde
Bir sokaktan geç,
Bir fırının rahatsız sandalyelerinde çayını yudumla.
Karşısı kocaman boşluk olan otobüs duraklarında bekle.

Ben burada merdivenler geçeceğim,
Ben burada denize karşı duracağım,
Sanki yüzün avuçlarımda,
Teninin bakırlığı dudaklarımda olacak.

Hadi!
Bir şarkı duy,
Daha yolumuz var desin.
Cümleler üşütsün ellerini ayaz değil.
Otobüslerini kaçır o şehrin,
Sensiz de yeterince dolu olacak zaten.

Ben burada bir otobüsün ters koltuğunda oturacağım,
Ben burada hiç geçmediğimiz dar yollarda
Seni anarken
Sensiz yeterince boş olacağım.

Hadi!
Kumsalda bir çocuk gibi kovana kum doldur.
Nereye elini uzatsan benim hatıralarımla dolu olan,
Nerede durup etrafına baksan fotoğraflar gördüğün,
Bir labirentin tam ortasında
Kaybolmayı hissetmemen için yanındayım.
Senin olmayan kirpiklerimi öpüşünden
Çantamın içinde taşıdığımdan fazla.

03.03.2016

Limon Yaprakları (Öğrenilmemiş Kokular - 1)

Yüzünden okunuyor saniyeler,
Boynunda ışık yılları birikiyor,
Tam sol omzunun üzerinde, bu akşam.
Limon yapraklarından geçen aydınlıksın,
Benim elimden dört cümlede yazılı geçmişin,
İç içe üç daire ve beni hayata bağlayan akyuvarlarınla süslenmiş.

Seni okurken izledim.
Seni düşünürken,
Kızgınken, mutluyken,
Gerçekken izledim.
Adın,
Kurtuluşu, gururlu duruşları,
Bebek pabuçlarını ve okyanusları öğretti bana.

Keskinliğin,
Kırmızı ve siyahı ayırmayı,
Bir duvarın taşıyabileceği anlamı,
İzmir'in senin boynunda bittiğini anlattı.

Bir insanın bu kadar güzel kokarken,
Nasıl böyle yakıcı olabileceğini
Senden öğrendim.

Sizin Büyük Son-luğunuz (Öğrenilmemiş Kokular - 3)

Bilgelik anlatan çeneniz öpülmesi beklenen bir el gibidir,
Papatyalı boynunuz yeni yıkanmış yastık yüzleri.

Saçlarınız yedi yıldız ışığını kıskandırır,
Gülüşünüz esen meltemi.

Kırılışlarınız atış talimindeki şişelerden hızlıdır,
Mutsuzluğunuz iki mıknatısın birbirine çekilmesinden.

Cesaretiniz asfalttan çıkan çiçeklere ilham verir,
Heyecanınız susmakta olan yüreklere.

Sarılmalarınız boyunlarda iz bırakır,
Bilekleriniz yan yana yürürken elinize çarpan elime.

Bakışlarınız ayçiçeklerinin takip ettiği güneş,
Sesiniz bir meyveyi olgunlaştıran.

Kelimeleriniz pencerelerimden bakıyor,
Aşığınız az sonra gidecek bir arabanın açık kapısından yüzünüze.

Boşverin şimdi nasıl kırıldığını boyunların,
Nasıl saçıldığını kafatasımızın içindekinin
Ağız yoluyla alınan bir kurşun ile.
Gelin doğumlardan bahsedelim.
Gelin avuçlarınızın çukurundan öpeyim.
Dağılırsanız bir gün ciğerlerime, dumanı gibi sigaranızın,
Tutarsanız omzunuzdaki elimi, telaşlı bekleyişi gibi bir çocuğun,
Bütün meşguliyetleriniz, kayıplarınız, yorgunluklarınız
Rüzgarda savrulan kül kadar kalacak dünyanızda.

16.07.2015

20 Nisan 2018 Cuma

Vaha

Adım sonsuza kadar yaşasın diye,
Kocaman bir gemi mi yapmalıyım?
Cüzzamlıları mı iyileştirmeliyim?
Asamla kızıldenizi mi yarmalıyım?

Oysa çoktan yapıldı o gemiler.
İçinde bile gittim,
Demirin mucizesine dokunarak.

Cüzzam, basit bir iğneyle tedavi edildi.
Benden çok önce,
Penisilinin mucizesini tattı insanlar.

Kızıldeniz?
Binlerce yıldır, hala kanlı.
Yarsam kimse geçmez peşimden,
Artık herkes çöle sevdalı.

Aklım kundaklanıyor,
İçimde arınmanın yağmacıları.
Bir peygamber oluyorum kendi hayatıma.
Adım sonsuza kadar yaşasın diye,
Demirden altın olmaya çalışıyorum.
Kafatasım taştan bir mengene oluyor fikirlerime.

Bu gene sahip olanlar, kalbinde bir bıçakla doğar.
Adım sonsuza kadar yaşasın diye,
Irsi bir acıyı devredeceğim oğluma.
Bir pagan ezgisinin artık notalarını bir de.
Hırsla başlasın diye her şeye,
Adım bir oğlan çocuğunda yaşayacak.

Bir peygamber olamıyorum insanlarına dünya.
Kimse inanmıyor benim mucizelerime.
Oysa sen gördün dünya,
O ağaçların nasıl eğildiğini önümde.
Ve ben
Bir haberi doğrular gibi,
Durdum ortalarında.
Toprak bedenim, su kanım oldu.
Hava nefesim, ateş ruhum oldu.
Durdum ortalarında,
İki elim boşluğa uzanıyordu.
Yalnız bir düğündü,
Kumların gelini eksikti.
Durdum ortalarında,
Çöle dokunan dağların yamacında durduğum gibi.
Durdum ki,
Bir vaha doğdu ayaklarımın dibinde.
Dünya! Gördün mü?
Adım sonsuza kadar yaşasın diye,
Adımı terk edişimi.

Belki Munzur, belki sadece bir karınca olurum.
Ünlü su getiricileri arasında geçer adım,
Adını terk eden adam diye.

19 Nisan 2018 Perşembe

Taş dibi (Öğrenilmemiş Kokular - 4)

Ucuz cinayet romanlarında geçiyor adım,
Tül perdelerin yangın talihsizliği siniyor üzerime.
İçim denize doğru bir sandal, karadan,
Hareket eder gibi görünen satırlardan yapılma,
Uzun yolculuklarda okunan.

İçim denizle dolmuş.
Sade tuz, sade şeker.
İçim karbon ve hidrojenden başka bir şey değil.
Ruhumuz doğuştan karanlık ve nemli bir darlıktır,
Kahverengi çürüklerle süslenmiş
İnsan burnuna ihanet eden bir kokuyla,
Ruhumuz çirkindir.
Ve her avluda bir iz bırakır evin ruhu.
Ustamın anlattığı gibidir,
Sokağa açılan avlular hep daha güzeldir.
Penceren benim sokağımdan yana değil biliyorum.
Bunu gölgenden biliyorum,
Gölgelerimizin denk gelişinden.
Ben senin arka sokağında,
Duvarlarının ardında, ait olduğum yerde.

Sana sarılmak her zaman güzeldir.
Gölgene bile.
Saatler önce senin durduğun yerde durunca bile.
Elinde adımın geçtiği romanlar,
Adımın bir yabancıyı çağrıştırdığı romanlar.
Taş dibi yosun kokunu duydum bu sayfalarda.
Hayat bizi aynı sayfaya bir daha ne zaman getirir bilmiyorum
Binlerce yıldır aynı yerde akan nehrin
Dibindeki taşı küstürdük.
Sana sarılmak yeteri kadar bekleyince
Daha güzeldir.
Bırak küsülü kalsın taşlar.
Aynı sayfaya gelmesek bile sorun değil.
Biliyorum,
Bu kitapta gezdi parmakların.
Biliyorsun,
Bu kitapta geçti adım.

Artık acılarımız elle dokunulamayacak kadar silik.
Yaralarımız bile kapandı.
Tekrar açılır diye nefes almaktan korkuyor olsak da
Bir gün, ölmemek için açacağız ağzımızı
Bu yakıcı dağ havasına.
Gölgeliklerin çam kokusunu boynunda taşırdın sen.
Böyle yakmazdı senden dolan içime.
Artık bundan bahsetmenin anlamı yok.
Özlememeliyiz.
Artık incir ağacının kesildiği yeri unutmalıyız.
Artık o kitaplarda denk gelmemeliyiz.

Adımın geçtiği romanları okuma,
Duyuyorum.

16 Nisan 2018 Pazartesi

Adı Zehra olmayan bir kadına (Öğrenilmemiş Kokular - 8)

Dalgın bir bakışın kokusunda buldum seni,
Ellerin tanınmayacak haldeydi.
Tuttum, iyileştirirken iyileşirim diye.
Bir kaptan olurum sandım,
Rüzgarda dağılmakta olan saçlarına.
Yelkenlerim yakalayamadı,
Ele avuca sığmaz rüzgarlığını.
Çare olamadım huzursuzluğuna.

Dünya, kendisine hiç şiir yazılmamış kadınlarla dolu.
Ve bütün ilklerin doldurulmuş iliklerine kadar.
Tuttum, en iyi bildiğim şeyi yaptım.
Ama ilk ama değil,
Sana bir şiir yarattım,
Tek eksik adındı.

Şimdi bütün hayat köşeli şekillerden oluşuyor.
Tünellerimi bile zımparaladım ben senin için.
Yaralanma diye yumuşattığım her düşüş,
Fizik kanunları gereğince enseme çarpsa da,
Mutluydum.
Biliyorum,
Göğüs kafesim dardı senin için.
Altta kalan, şaşkın bakışlarına
Aşık olmam yanlıştı.
Zaten ne benden bir kaptan çıkardı,
Ne de senden bir Zehra.

Senden kaçışıma bir isim bile buldum.
Görünmeyen limanlar korkusu.
Kendi içimden atamadığım korkak ve ben,
Şimdi bir bahçenin nemli olmayı arzulayan
Toprağına dokunurken senin deniz kokmanı özlüyoruz.
Tuzlu rüzgarın olan sesini,
Dalgaların olan seslenişini,
Fırtınalara dönüşen gözyaşını ve
Adının Zehra olmayışını özlüyoruz.

Kendimi karada bıraktım,
Kendimi güvenin içine hapsettim.
Sen gözümde doluca bir tutku olarak kal diye.
Arada bir senden bahsedelim,
Arkadaşlar sorsun,
Ben o alttan bakışını anlatayım diye
Bıraktım öyle.
Artık, ne olur, bana hiçbir şey sorma.

14 Nisan 2018 Cumartesi

Kırk ikinci gün

İki kalp atışı arasına binlerce cümle sığdırıyorsun,
İlkbahar akıyor iki dudağının arasından.
Gözlerin, yağmurun hakkına girecek kadar ıslandı artık,
Bu uzak telefonların konuşma kayıtları bile nemli.
Dur artık.

Bir doğru olmaktan uzak iki noktayız,
Matematiksel belirsizlikler doğurmanın sırası değil şimdi.
Sonsuz uzunluktaki anlarımızı korusak yeter,
Hayatla kısıtlanan her şeyden.
Bilirsin insan da bayatlar zamanla,
Taze ekmekler gibi dağılmamaya başlar.

Sen bir nehri andırıyorsun böyle zamanlarda,
Denizini arayan sular geçiyor teninden.
Aklım senin tenini yalayıp geçen rüzgarla doluyor.
Cümleleri dölleyenler senin balıkların.
Bilirsin, başlangıçta
Bir yumurta hücresidir bütün şiirler.
Duvarlarımıza rapt olurlar büyüdükçe.
Yedinci gün ağzı oluşmaya başlar.
Kırk ikinci gün doğar.
Hızlı büyür, hızlı ölür.

Güneş tenini yaksa da için donuyor,
Bunu nehrin kaynağından bile görebiliyorum.
Benzemiyorsun onlara,
Onlar, dışlarını buzla kaplayanlar.
Benzemiyorsun onlara,
Senin iki dudağının arasında ilkbahara benzeyen gülüşler var.

Hangi kadından şair olduğumu unuttum,
Doğdum, kırk ikinci gün seslendim anneme.
Yüz otuz ikinci gün seni çağırdım dünyaya,
Kırmadın, geldin.
Tanrıya kalsa, kaburgamdan yaratıldın.
Ne saçma!
Ona kalsa zaten, ikimiz insanlığın hastalıklı tohumlarıyız.

Bir doğru olmaktan uzak, iki soluk noktayız.
Dünya, bizden çıkan küresel kanama eğrilerine oturtulmuş,
En uygun açılarla, kanın akış yolunu takip etmektedir.
Hastalıklı olduğu söylenen bu bağ,
Görünmeyen çizgilere, zehirli dikenlere,
Güneşin delip geçen ışınlarına, sigaranın mavi dumanına,
Kurtarıcı kelimesine ve paslı iğnelere çıkan bir kapı.
Çoktan kapattığımızı sandığımız.

Şimdi yeniden yuvarlarken incilerini gece,
Ufkumuzda gezegenler batıyor.
Cümlelerime dokunuyor suyun.
Şafakta bir sesin doğumunu müjdeliyor serinliğin,
Laciverde dönmüş çarşafını yıkarken gece.

10 Nisan 2018 Salı

Yeniden doğmayı hak eden şiirlere

Başımızın üzerinde kubbe olan ağaçlar,
Beğendikleri cümlelere eğilirler.
Zeytinler bile büker gövdelerini
Bazı şiirler için.
Ürettikleri ne varsa silkelerler önüne o şiirlerin.
Bu bir ülkenin çocuklarını feda edişine benzer.
O çocuklar kavrulur güneşin önünde, çırılçıplak, korumasız.
Başlarında o ağaçtan kubbe eksik.
Her şey kavrularak büyür, tamam da
Zincirlenmesin kimse ayak bileklerinden.
Doğru olmaz kanla vaftiz edilmek.
Doğru olmak dirilmek, yanlış açılarda.
Herkes en fazla bir defa ölmelidir.

Doğadan kelimeler çalarsın, doğayı tanıdığında.
Nereyi yağmalayacağını iyi bilirsin.
Nasıl damıtacağını, nasıl yoğunlaştıracağını öğrendiğinde
Doğar şiir.
Her şiir, doğru açılarda dirilmeyi hak eder.
Ortakça bir oyun başlar, bakırın mavisiyle.
Ateşle parlar bir metal ve kahverengine döner,
Ahşap kolları şiirin.

Bu kubbe korur bizi,
Şiirden ve çocuklardan uzak tutar dünyanın sıcağını.
Oysa camdan bir küreye dönüşüyor dünya ve
Ağaçlar, saygın kalamıyor bu orman yangınında.

Çocuklar bile terk ediyor toprağı,
Terk edilen toprak, betonlaşıyor.
Yani insan, beğenmeyip terk ettiği toprağa
Beton olarak geri dönüyor.
Şiirler yeniden doğamıyor bu sertlik içinde.

Hiçbir şey kare değildir, şiir de.
Yuvarlak köşeler ister doğadaki gibi.
Şimdi ağaçların yerini alan cam kubbelerin altında,
Şiirin yeniden doğamayacağı çocuklar yaptılar.
Yalnız bırakılar köklerimizi.
Tepemizdeki betonu delecek güç bırakmadılar.

Ama bir gün bitecek.
Betonun, camın ve çeliğin saltanatı,
Bitecek bu asfalt sıcağından doğan zulüm.
Toprağa karışacak arabaların, insanoğlu.
Sarmaşıklarla saracağız bütün yapılarını.
Tek tek batacak gökdelenlerin.
İçimize inemedikçe yukarıya çıkmaya çalıştın sen.
Oysa unuttun, yukarısı da şiire aittir,
Turgut Uyar’dan beri.

Ölü Kuşlar Sepeti (Öğrenilmemiş Kokular - 6)

Göğsümde hala çenenin izi var,
Şehrin çarşı izni meydanında beklediğimiz günden kalma.
Her cumartesi aynı günü yaşıyor şehir.
Geldiğin ve gittiğin resmediliyor arnavut kaldırımlarına,
Her Pazar, otobüsler bulutları başka şehirlere taşıyor.

Tozlu bodrum katları ve apartman boşlukları çağırıyor seni.
Yalvarırım kaldır dizlerini şu halıdan da gel.
O köşkün balkonunu kiraladım on yıllığına,
Gelir misin?

Tavanına elinin değdiği ev, yıkıldı.
Kentsel dönüşüm yağmacıları topladı,
Senden kalan sevinci.
Bir adamın açlığının konuştuğu koridoru buldular,
Seni bulamadılar.
Kalbini dinlediğim anı bile,
Bir hafriyat kamyonuna sığdırabildiler.
Üzerinde kocaman harflerle bilmem kimin oğlu yazan,
Turuncu kasalı bir hafriyat kamyonuna.
İçine bayat ekmekleri bıraktığımız sepet,
Ölü kuşlarla dolu şimdi.
Ve sen kargaları bile zehirleyen adamların ülkesini koruyorsun.

Sütündeki tarçın kokusu sarıyor bütün şehri.
Şehir özlüyor.
Özlemek kısa kısa anlatıldığında geçer
Fakat hiçbir şiir bunu hak etmez.
Şimdi şiirler dışında hepimiz suçluyuz.
O köşkün balkonu bile suçlu,
Tarçın kokmadığı için.
Ve sen annene kızmıyorsun artık, babanı anlamaya başlıyorsun.
Çünkü kaybettin göğsünün tarçın kokusunu,
Çocukluğunla birlikte,
Onların ülkesini savunurken.

Bak, kolumda ölü kuşları taşıdığım sepetle,
-hani yere düşmeden ölen kuşları taşıdığım,
Yerde ölen kuşları-
Kafesine misafir olmak istedim.
Kuşlar uçarken ölmelidirler, öyle olmalıdır,
Dedim sana,
Beni yere indikten sonra vurma.
Daha çok küçükken öğrendim uçmayı,
Hani kafesteki mavi kuşu kedi yemişti de öyle çırpmıştım kanatlarımı.
Korkumdan uçtum,
Daha çok küçükken,
Kanatlarım beni taşımaktan acizken.
Sonra bu sepetle,
Hani kargalar için ekmek bıraktığımız,
Ölüp de düşmeyi unutan kuşları toplamaya çıktım.

Onlar zehirledi kargaları, uçmuyorlardı bile.
Yerde, yani bu sepette, senin bıraktığın ekmeklere geldiklerinde,
Yerde, yani içimde, öldü kargalar.

Şimdi ben yine şehrin çarşı izni gününe denk geldim.
Tarçın kokan, çam kolonyası kokan sokaklardan geldim.
Birkaç bulutla gelirsin sen diye bekliyordum.
Kargalar bile gelmedi.
Unutmamak için tuttum o günlüğü,
Sakladığım çekmeceye bir gül kazıdım.
Kimse çiçek almadı ölü kargalar için,
Ben gittim gül kazıdım.
Kimse gelmedi, askerler bile geri döndü geldikleri yerlere.
Hepiniz, yani sen ve onlar, kargaları zehirleyen adamları koruyordunuz,
Bir tek ben durdum kapıda,
Yapmayın, n’olur dedim.
Ama onların tarafındaydın sen de, dizlerin o eski halıdaydı.
Çıplaktın.
Köşkün balkonu bile onları tutuyordu.
Bana ait olan hiçbir şey kalmamıştı artık,
Bir şehirden daha, bulut gibi gidiyordum.

9 Nisan 2018 Pazartesi

Mor ve Kırmızı Günler

Genç adam ellerini izliyordu. Bazı çiziklerin nerede ve ne zaman olduğunu hatırlamıyordu bile. Derisinin kuruduğu kısımları her gördüğünde şaşırıyordu. Bu döngüsel zımbırtılar her başladığında duvarla yüzleşirdi. Bir seferliğine duvarı parçalayıp arkasına geçebilse, çok önceden oraya sakladığı güç mızrağını alıp yaşamaya başlayabilirdi. Ellerini izlemek, ona yaptığı yanlışları hatırlatıyordu. Duvarla tek başına savaşmaya çalıştığı günlerden kalma izler onu korkutuyordu. Ya yeniden aynı noktadan başlarsa?

Hayatını renklere ayırır ve her seferinde korktuğu yerden yeniden başlardı. Onun için her mevsim görünür ışık aralığında kırmızıdan mora doğru bir yolculuktu. En düşük enerjiden en yüksek enerjiye doğru giderdi. Kırmızının ötesine düşmekten korktuğu anda bulduğu güçle kendini iterdi. Bu itme onu en fazla mora kadar taşırdı. Oysa hedefi her zaman morun da ötesiydi, ne yazık ki o kısma sadece röntgen çektirirken rastlayabilirdi.

Kırmızı günlerde kendi hayatı tarafından terk edilmiş hissederdi. Kontrol edemediği her şey üzerine gelirdi. Yeşil elmalardan, haşlanmış yumurtalardan ve tost makinelerinden korkardı bu dönemlerde. Karamsarlığın kırmızı pelerinli savaşçıları diyordu korktuğu şeylere. Kontrol edemediği bir his olan korkudan korkuyordu daha çok. Bu bilmeden yapılan daveti hiç geri çevirmezdi o asil his. Sisli akşamlarda evlerin içini saran o sessizlik kaplardı başının etrafını. Kuytu ve renklendirilemez olarak var olurdu odasında. İçinin de dışından farkı olmazdı, karartırdı bütün duygularını. Sisin içinden geçen ışık gibi, azalarak tamamlamaya çalışırdı bu günleri. Hepsi geçtiğinde, bir akşam uyanıp saate baktıktan sonra mor günlere geçişi başlardı. Duşunu alıp hazırlanır ve dışarı çıkardı.

Mor, o yüksek enerjili günlerin asaletini Romalılardan beri taşımakta olan renk. Asla tekrarlamayan bir süreç geçirirdi genç adam o günlerde. Hızla verilen kararların ertesi günü, sabah serinliğinde tanımadığı bir balkonda sigara içerken kendine gelirdi. Ani tercihlerin uyuşturan tadı ona yaşama sevinci olarak geri dönerdi. Sabah serinliği, her mevsimde mücadele etmesi gereken bir şey olurdu. Dış kapıdan çıktığında başlayan zihinsel bir savaş. Yaptığı şeyler doğru olmasa bile onu mutlu ediyordu. Görünürdeki o ahlak abidesi insan, arka planda kendini cezalandırılacak biri olarak görmeye başlıyordu. Dengeye gelmiş bir tepkime gibi, sonsuza giden bir savaş başlıyordu.

Zaman onun için fizikçilerin dediği gibi akmıyordu. Uzamayan, kısalmayan, esnemeyen iki uçtan duvara bağlı bir ipti onun için zaman. Ötesi veya berisi varsa da onun gözlerinin göremediği bir yerlerdi oralar. Zamanın ipine bağlı cam bir bilye olan genç adam, iki uçtaki duvara da yeterince çarpmıştı. Her seferinde kendinde çatlaklar oluşurken duvarlar aynı kalırdı. Bir seferliğine duvarı parçalayıp arkasına geçebilse, belki bir daha savaşmasına bile gerek kalmayacaktı.

Genç adam bu geçiş günlerinde yavru bir kedinin annesini çağırışında bulurdu kendini. O kedinin sırtındaki tüylerin ürperişini bile paylaşmak isterdi biriyle. Kaburgalarının incecikliğini sayfalarca yazabilirdi, birilerine anlatabilirdi. Ama yakında nefes alan birinin olması her zaman farklıdır. Genç adam bunları lambası sürekli yanıp sönen bir balkonda düşünürdü hep. Sandalyesini duvara dayayıp ayaklarını demirin üzerine koyar ve saatlerce sigara içerdi. Etrafta nefes alan başka hiç kimse olmadığını bilmek iyi gelirdi böyle zamanlarda. İnsanlar cüppelerini giyer ve kararlarını vermeye başlarlardı böyle zamanlarda. Farklılaşmak yasaktı ve cüppeli insanların gözünde kınanacak bir olaydı. Doğadaki her şey gibi insan da dengeli olmak ister fakat başaramazdı çoğu zaman. Başardığında ortaya çıkan o asil denge durumunu çok az insan sağlayabilmişti şimdiye kadar. Sonrasında o uyuşuk gazlar gibi, bu denge durumunu korumak için kendilerini etkileşime kapatırlardı zaten onlar da. Yani toplum kendisinin sağlayamadığı şeyleri sağlayamıyor diye onu hep yargılardı. Kimse bir suçlunun suçlamasını dikkate almazdı üstelik. Geçiş dönemlerindeki bu akıl almaz yalnızlaşma, bütün bunlardan kaçmak içindi. Belki bir köpek alsa bu yalnızlaşmaya gerek kalmazdı. Ya da bütün değişimlerinde onu anlayabilecek bir kadın olsaydı. Bütün olasılıklar balkon demirindeki ayakları üşüyene kadar geçerli kalırdı. Sonuç yine yalnız girilen yataklar ve sessiz günler olurdu.

Genç adam bir gün, bütün gücüyle o duvara saldıracak ve delip geçecekti. Sonrasını henüz düşünmemişti ama paramparça olsa bile o duvarın arkasında olacaktı. Zamanın ötesine geçmek için, hiç bitmeyen mor günler için. Olması gerekenden farklı olan her durum için savaşacaktı. Madem toplum onu yargılıyordu, o da toplumu yargılayacaktı.

Her zamanki gibi, mor günler başlarken düşündükleri bile değişmiyordu. Her zamanki gibiydi. Başlangıçlarda buna inanarak çıkardı yola, bütün hızıyla saldırmak için. Fakat zamanın ipi uzundu, üç dört ay süren bu yolculuğun duvarla karşılaşma kısmında bütün enerjisi ve hızı bitmiş olurdu genç adamın. Kalan hız sadece kendisini yıpratan bir etki ortaya çıkarırdı. Bir de geri dönmesi için gereken enerjiyi saklayabilirdi zar zor. Yeniden başlamak için. Kırmızı duvarı delmek daha kolaydı ama o duvarı delip bu döngüden kurtulmak, sadece başka bir kapalılığa girmek demekti. Hamurlaşmış taşların arasına hapsolmak demekti. Aynı şey mor tarafta da olabilirdi, genç adam bunu dikkate almak istemiyordu. Çünkü döngüyü kırma amacı olmazsa hayatında bir anlam kalmayacaktı.

Kimseyle uzun süre arkadaşlık etmezdi genç adam, edemezdi. Onların (cüppelilerin) yıllardır bozulmayan arkadaşlıkları vardı. Genç adam ise bu düzenler içinde sadece bir yolcu olabiliyordu. Yolculuğun bu duraklarında hiç zorlanmazdı çünkü birkaç ay sonra hepsini unutacağını bilirdi. Bazen, başka bir mor dönemde karşısına çıkanlar olurdu ya da yolda yürürken karşılaştıkları. Yüzleri hatırlardı, isimler ve anılar çok olmasa da yüzler (daha çok gözler) geçmişin karanlık renginde kaybolmazlardı. Geceleri kedigözleri gibi parlardı arkasında bıraktığı bütün gözler. Geçtiği yolu hatırlamak için sıralardı onları. Çünkü bazen, herkes, mutlu olduğu, kendini tam hissettiği yerlere dönmek isterdi. Küçük bir telefon konuşması, kasıtlı ayarlanmış denk gelmelerle geçmişini yeniden bulurdu genç adam.

Her zaman hoş karşılanmazdı bu yolcu. İnsanlar, düzenleri içinde kaybolan şeyler istemezdi çünkü bir şeye artık sahip olmamak onları kızdırıyordu. Hiçbiri bu kadar alışık değildi “artık” kelimesine. Artık yok, artık böyle, artık geçti, artık gitmiyorum ve bu durumların çoğul halleriyle yaşayan birine göre böyle sabitlikler daha yorucu oluyordu. Arkadaşlar, hep güvenilecek bir liman olmuyordu onun için. Hayattan kolaya kaçmaktı olsa olsa. Arkadaşlar bu yüzden sevilir, her yükü paylaşanlardır çünkü onlar. Genç adamın hiç arkadaşı yoktu. Bütün yüklerini yalnız başına taşıyacağını bilirdi hep. Ailesi varken de böyleydi ama yine de bir destek görüyordu yükleri için. Onlar da “artık” yoktu. Uzaktan arkadaşları vardı tek tük, çok samimi olmadığı insanlardı. Cüppelerini sık kullanmadıkları için “hâlâ” vardı onlar. Öyledir, artık kelimesinin zıttı bazen hâlâdır.

Kimsenin tanımadığı bu genç adam, bir gün odasının zemininde bulunduğunda hâlâ yalnızdı. Öleli 5 gün olmuştu. Öyledir, insan asıl ölünce hatırlanır. Sessiz sedasız biriydi dedi arkasından komşular. Hiç kimse konuşmadı, hiçbir gazetede yazmadı öldüğünü. Öldüğünde bile yalnızdı genç adam, odasındaki mor duvarın dibinde.