31 Ocak 2018 Çarşamba

Kaçağın Göçebeye Aşkı

Birlikte çıkılacak bütün geziler,
Şimdi, zamanın tuvalinde
Ayrı ayrı çiziliyor.

Kimse bir unutuş bağışlamıyor,
Bana kemiklerim bile ihanet ediyor.

Bir şehir,
Yaşamayan yanlarıyla şehrolur
Ve bende sana dair bütün ölenler,
Şimdi koca İstanbul'u doldurur.

Aynı acabalar konuyor mu aklına senin de?
Hiç düşündün mü,
Şimdi nasıl hissediyorum aldığım nefesi diye?
Her gece aynı yıldızlara bakarken,
Nasıl tek tek söndürmek istiyorum onları
Biliyor musun?
Oysa onların binlerce yıldır orada olması,
Ve binlerce yıl daha orada olacak olmaları,
Benim sana en büyük teminatımdı.

Hiç düşündün mü,
Şimdi bir ölü gibi kayıpken sen,
Birlikte dokunduğumuz şeylerle nasıl yaşadığımı,
Aynı yollarda nasıl yürüdüğümü,
Aynı kapıyı açıp, aynı eve, aynı okula, aynı odaya
Nasıl girdiğimi,
Hep aynı kalan bunca şeye nasıl tahammül ettiğimi?

Bütün şehir beni kovarken
Nasıl hala yüzsüzce durduğumu merak ettin mi?
Senin göçebeliğine dokunan her sokakta
Nasıl örseleniyorum bir bilsen.
Adının geçtiği bir şiiri her okuduğumda
Bütün uykum nasıl sen doluyor,
Bir bilsen.

Nisan ayından bir hatıra düşse önüme,
Yeniden kaçağa çıkıyor adım.
Diyorum,
Bir kaçağın bir göçebeye aşkıydı bu.
Ne bağışlandı kaçak,
Ne de ona bir unutuş bağışlandı.

30 Ocak 2018 Salı

Cennet Dağı

Hayatında ilk defa apartmanların farkına varmış olarak yukarıya bakıyordu. Bu binalar yıllardır yolunun üzerindelerdi ama daha önce böyle fark edememişti onları. Bu akşamüstü birden kafasını kaldırdı ve uçurumların yüceliğini çalmaya çalışan hırsızlar olduklarına karar verdi. Barış Apartmanı adında bir apartmanın Niagara Şelalesiyle tanışıp onun bilgeliğinden faydalanması için çıktığı yolculuğu konu alan bir hikayeyi düşünüp gülümsedi. Eğlenceli bir masal olabilirdi, ileride çocuğuna anlatabileceği kadar eğlenceli. Çocuğu olana kadar bu masal fikrini unuturdu büyük ihtimalle.

Bu şehir de ona artık git diyordu. Gitmezse şimdi farkına vardığı apartmanlar üzerine kapanmaya da başlayacaktı. Eğilen, bükülen ve bağıran binalar topluluğuyla savaşmak zor olacaktı. Gitmesi lazım geldiğinden terk edeceği dördüncü şehirdi. Her şey doğduğu şehirde, bir su birikintisinde kırınan ışığın ortaya çıkardığı renklerin farkına vardığı o yol ayrımında başlamıştı. 21 yaşında “yaşam” kavramıyla tanışması orada olmuştu. Yaşam ve hayat ne kadar eş anlamlı kelimeler de olsa o uçurumu anlamaya başlamıştı. Yaşam kelimesi bir eylem içeriyorken hayat kelimesi bir süreç betimliyordu. O suya değen ışığın içerisindeki yaşamı fark ettiğinde gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Daha büyük bir gerçeğe yakalanınca anladı. Yaşamın farkına vardıktan sonra her yerde peşinden gelirdi. Doğduğu şehirde yaşam onu bulmaya devam etti. Bir kadın elinin otobüs direğine tutunuşunda, bir pasta ustasının pasta yapışında hatta bir sandalyenin görevini yerine getirişinde bile yaşamı fark etmeye başladı. Hayatını daha önce bir video gibi yaşadığını düşünmekten sağlıklı uyku uyuyamıyordu. Başka bir yere gitmeye yine böyle bir uykunun sonunda karar vermişti.

Sadece gitmeliydi. Yeni bir hayat bulsa yeterdi o hayatın niteliğini önemsemiyordu. İlk andan itibaren her şeyde yaşam arayacağı bir hayata başlayacaktı. Nerede çalışacağı, nerede kalacağı, nerede yemek yiyeceğini henüz düşünmeden doğduğu şehirden, hissettiği şehre gitmişti. Kendi mesleğini yaptığı bir iş de bulmuştu. Maaşı eskiden kazandığına göre düşüktü ama hayati ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra birikim bile yapabilirdi. Kendini o şehre bağlamaya karar vermişti bir kere. O şehrin bütün ağaçlarına dokunacaktı. Yaşamı fark etti, bütün ağaçlara dokundu, kuşların ötüşünü bile gözüyle görebiliyor olduğunu düşünüyordu. Bir gün hissettiği şehir ona ağır gelmeye başlayana kadar sürdürdü bunu. Şehrin ve insanlarının içindeki bütün yaşamı taşımakta zorlanıyordu. Oysa onun taşıdığı bu yaşam farkındalığı yükü şehirden hiçbir şey eksiltmiyordu. Şehre iyi gelmediğini fark ettikten 19 hafta sonra oradan da ayrıldı.

Bu sefer ayrılmadan önce işini ayarlamış ve daha küçük bir şehre gelmişti. Hissettiği şehrin büyüklüğünün üzerine burada fark edip de yorulacağı başka bir şey olmadığını düşünüyordu. Kötülüğün yaşamını fark ettiği ana kadar sürdü bu inanışı. Kötü şehirde, insanların içindeki o bembeyaz ve göz alıcı kötülükleri normal görmelerine alıştı bir süre sonra. Hissettiği şehirden sonra bu fark ediş ona ne kadar yük olabilirdi ki? Çok zorlanırsa ağaçlara döner biraz onlara ortak olurdu önceden yaptığı gibi. Fakat kötülük de yaşama benziyordu, her yeni insanda ilk olarak kötülükle temasa geçiyordu. İnsanların enselerinden çıkıp onun üzerine kollarını uzatan parlak beyaz canavarlar olarak görüyordu kötülüğü. Yaşam kavramının ortaya çıkardığı bu şeytani olgu kafatasının tepesinden başlıyordu onu baskılamaya. Kötülük yüzünden kendi yaşamını fark etmemeye başlayana kadar durdu küçük şehirde. Önceleri yaşamdan kaçarken şimdi yaşamı aramak için yola çıkıyordu. Bir yerde kalabilmesinin mutlaka bir yolu olmalıydı. Bir tanrının yarattığı ya da kendiliğinden gelişen bu yaşam onu yoruyordu.

Kötülükle ilk randevunun üzerine 7 ay daha dayandı. Sonra çalıştığı yerin bir başka şubesine geçmek istedi ve bu isteği kabul olduğu gibi şehri terk etti. Kiralık bir odada kaldığı için terk etmek daha kolaydı. Kira sözleşmesi gibi prosedürlerle uğraşmadan gidebilmeyi sevmişti. Bu kaçma özgürlüğü onun için kötüydü ama gerekliydi. Yeni şehre gelirken sadece kendi yaşamının kök noktalarını aramayı amaçlamıştı. Kök şehirde sekizinci yılıydı. Ne şehrin yaşam yükünün altına sokmuştu kendini ne de kötülüğün onu bastırmasına izin vermişti. Artık öğrenmişti. Çok az çalışıp çok para kazanıyordu. Kaçma gerekliliği duymamıştı bunca zaman. Hem artık fark etmeye de alışmıştı. Yaşamı ve kötülüğü dengeli olarak fark ediyordu. Diğer insanlar gibi yaşıyordu artık ve kendisi için uyumlu bir hayata sahip bir kaçak diyordu. Hissettiği şehirdeki göçebeliği anımsatıyordu bu ona. Belki o da bir göçebe olmalıydı artık. Belki de kötü şehirde kaybettiği yaşamayı, kök şehirden yeterince sömürdüğü için binalar ona kızıp yaşamaya başlamışlardı. BİNALAR YAŞIYORDU. Bu hayatın sürdürülebilirliği açısından zararlıydı. Kolayca gidebilmek insanlar tarafından güzel bir alışkanlık olarak görülüyordu. Onun için değildi, savaşmaya yeltenmiyordu bile. Kök şehir farklıydı, yerleşik hayata geçmiş ve şehrin memesinden hak ettiği sütü sağmaya başlamıştı. Şimdi yeniden gitmek istemiyordu, savaşmayı göze almaya karar verdi. Belki bir eşi olsa daha kolay direnecekti ya da en azından direnmeyi isteyecekti. Yine de binalar iki kişi için bile çok güçlü rakiplerdi. Her yerdelerdi. Gününün tümünde onların ya içinde oluyordu ya da yanlarında. Önceki şehirlerde sadece durup geçmesini beklemişti ama bu sefer savaşmayı denemek istiyordu. Önce bütün zamanını bir binanın içine girip diğerlerini görmemeye çalışarak geçirdi, olmadı. Yaşamak için onlara ihtiyacı vardı. Sonra bir eş buldu ve onu düşünmeye zorladı kendini, olmadı. Nerede bir bina yıkılışı görse durup izliyordu, bu ona onların da ölebileceğini anlatan sembolik bir olaydı. Dünya üzerinde her şeyle savaşılabilir diyordu artık. Bir gün tükenene kadar her sabah aynaya baktığında bunu söyledi kendine. Yatağında doğrulup aynayla karşılaştığı zaman selam bile veriyordu aksine.

Birkaç ay daha binalarla savaştı. Harcaması neredeyse olmadığı için çok fazla parası birikmişti. Rahatça kaçabilirdi ama sadece bunu istemiyordu. Kök şehrin içindeki yaşamı aldığı bu tanrıcılık oyununu sürdürebilseydi eğer devam edecekti savaşmaya. Sonra daha kritik varlıklar da binaların safında savaşa katıldı. Bulvarlar, kaçması gereken düşmanları haline gelmişti. Sonra çerçeveler ve camlar da ona karşı çıkmaya başladı. Yavaş yavaş şehir bütünleşip “Ben hayattayım!” demeye başlamıştı. Artık yaşamı çalabileceği çok az şey kaldığında gitmeye karar verdi. Nereye gideceğini bilmiyordu sadece. Başka bir şehri göze alamazdı. Önce binalarla ateşkes antlaşması yapıp biraz uzaklaştı. Neredeyse lüks sayılacak bir karavan aldı ve yola çıktı. Hiçbir binayı hiçbir şekilde göremeyeceği bir yere gitti, Cennet Dağı’na. İki haftalık izni vardı. Dağın zirvesine yakın bir düzlükteki kamp alanına park etti. İki hafta boyunca sabahları erkenden uyanıp dağı keşfetmek için yürüyüşe çıktı. Bazen daha uzak yerlere gidebilmek için karavanla çıkıyordu. İki hafta boyunca yaşamın kendisiyle iletişimde oldu. Toprakla, ağaçlarla, dereciklerle ve hayvanlarla. Çoğu günler doğru düzgün insan bile görmediği söylenebilirdi.

Tatilinin son iki gününde fiziksel olarak dinlenmek amacıyla evine dönmeye karar verdi ve yola çıktı. Dönüş yolunda ormanın çıkışında etrafı çevrili bir düzlükle karşılaştı. Satılık yazısı asılmıştı. Yakında birkaç arsa daha vardı çoğu üzüm bağı ve meyve bahçesiydi. Binasız bu alan onun için mükemmel bir yer olabilirdi. Yeterince birikmişi vardı. Hiçbir şehirde ev almayı göze alamayacağı için burası ona cennet olacaktı. Tanrıcılık oynamak için uygun bir mekan. Kendi tarafından belirlenmiş bir yaşam sağlamak bir fırsat.

Tabeladaki numarayı aradı fiyat tahmin ettiğinden de düşüktü. Kalan birikmişiyle yatırım yapıp getirisiyle hayatının geri kalanını idare edebilirdi. Bir de işten atılsa alacağı yüksek tazminat hayatını daha kolay hale getirirdi. Bazı yatırımlarını bozdurup arsayı satın aldı. İlk iş olarak ormana bakan kısım haricindeki her kenara leylandi çamı ekerek çit çekti. Hafta sonları karavanla giderek işleri hallediyordu. Bu ona şehrin tamamıyla olan savaşında yaşam gücü sağlıyordu. Bir nevi yaşam destek ünitesi. Sonra taflanlardan daha küçük çitler çekerek arsayı böldü. Bitkilerin yaşamını belirlemek ona yetmiyordu. Daha fazlası lazımdı. Bir gün iş yerinde balık çiftliği sahibi biriyle tanıştı ve bu ona bir gölet yapma fikri verdi. Balık çiftliği olan adamı hafta sonu arsasına davet etti ve onun da yardımıyla uygun olan alanı, derinliği, dip bitkilerini, gerekli mikroorganizmaları kararlaştırdılar. Önce ufak bir kabin yaptı ve gerekli gereçleri alıp onun içine yerleştirdi. Sonra kazmaya başladı. Planladığına göre giderse 6 ayda kazma işini bitirecekti. Kazmanın hayatında yaptığı en anlamlı eylem haline gelmesi kaçınılmazdı çünkü dünyayı şekillendiriyordu. Kazmayı her indirişinde, kazdığı yeri kürekle her temizleyişinde bir arınma söz konusuydu onun için. Terk ettiği, kovulduğu, kaçtığı şehirlerin izlerini teriyle toprağa bırakıyor sonra da kürekle o toprağı ortadan kaldırıyordu.

Tek başına kazmak ona iyi gelmemeye başlayana kadar buna devam etti. Sonra kazma işi için iki kişi tuttu. Bu tuttuğu adamlar hafta içleri de devam ettiler ve kazı işi 3 ayda bitti. Bu sürede balıklarla ilgili birçok kitap okudu. Hangi balıkların o gölette yaşayacağına karar veriyor olma düşüncesi bile onu güçlendiriyordu. Bu süreçte yıllardır aklında dolanan diğer insanların yaşamla nasıl başa çıktığı sorusuna yanıt bulmaya başlamıştı. Onlar sadece fark etmiyorlardı. Etraflarındaki cansız varlıkların bile içinde olan o yaşamı göremiyorlardı ama o, her şeyin içindeki yaşamın kokusunu bile alabiliyordu. Bu lanetli hal aslında onun nefes almayı hissetme şekliydi. Nefes alıyordu, binalardan ve şehirlerden daha çok hayattaydı. Kendi içindeki yaşamı bölerek arsasında hayatlar yaratacaktı.

Balık çiftliği olan arkadaşını davet etti ve ondan son bilgileri de aldı. Killi toprağı artezyen suyuyla doldurmadan dip bitkilerini ekti. Gölcüğün suyla dolması bütün bir hafta sonunu aldı. Bu dönemde iş yerinden tekrar izin istedi. Bu izinleri daha da sıklaştırıyordu. İşten kovulmaya çalışıyordu fakat ona olan ihtiyaçları yüzünden onu bırakmıyorlardı. Yasalar gereği kendi isteğiyle ayrılıp tazminat alması için bir yılı kalmıştı. Onlar çıkarmazsa da bir sene daha sabrettikten sonra yarattıklarıyla ilgilenebilmek için yeterli zamanı olacaktı. Balık çiftliğinin sahibi son gelişinde dört köpek yavrusu getirmişti hediye olarak. Biri beyaz, biri kapkara, diğer ikisi griydi. Onların hepsine bakacak alanı vardı fakat biraz daha büyüdüklerinde sürekli ilgilenmesi gerekecekti. Onları G, M, R ve U şeklinde isimlendirdi. Beyaz olan G, kapkara olan U, düz gri olanı M ve çizgili gri olanı R. Köpekler bir süre sonra isimlerine alışmaya başladılar. Bu sürede gölcüğün içerisinde yaşam gelişmeye başlamıştı. Etrafta bazı otlar yeşermeye başlıyordu. Buna izin veremezdi. Bu arsada her şey onun elinden yaşam bulmalıydı. Kendiliğinden çıkan bütün otları söktü ve yerlerine kendi seçtiği bitkileri ekti.

Bütün bu yaşamını bölme olayı şehirle olan savaşında avantaj kazanmasını sağlamıştı. Artık binalar onun üzerine eğilip gitmesi gerektiğini söylemeye korkuyordu. Köpeklerin gelişinden iki ay sonra işten kovuldu. Tazminatını sorunsuz aldı. Yatırımlarını yaptı ve şehrin içindeki her şeyin yaşamını rahat bırakarak cennetine sığındı.

Kendine bir ev yapması gerektiğini düşünüyordu. Bir cennet sarayı. Kütüklerden nasıl ev yapılacağını biliyordu ama tek başına yapabilecek kadar fiziksel güce sahip değildi. O apartmanlar gibi beton da kullanamazdı. Taşlardan yapmak istiyordu ama yine fiziksel güç eksiği duyuyordu. Yapamadığım yerde birilerini tutarım diyerek sıvadı kollarını. Kalıp halinde kayalar satın aldı ve onları keskiyle parçalara ayırdı. Sonra planladığı şekilde evini yapmaya başladı. Yorulduğu yerde işçiler tuttu ve birlikte çalışarak evi tamamladılar. Herkesin onun emrine uyduğu bu arsada yaşam iyice yerleşiyordu. Köpekler büyüdükten sonra ormanda kendi başlarına avlanabilecek seviyeye geldiler. Onları bazen birkaç gün görmediği bile oluyordu. Ormandaki ve dağdaki yaşamı onun yerine köpekleri çalıyordu artık. U kardeşlerinden daha iyi bir avcıydı. Öldürme görevi hep ondaydı. R avları bulan ve diğerlerini toplayandı. M onların alfasıydı. G ise hepsinin arasında farklı bir yere sahipti. Onunla en iyi anlaşan köpek G idi. Her gece mutlaka arsaya döner ve karavanın tepesinde uyurdu.

Gölcükteki balık nüfusunu kontrol altında tutmak için bazen kendi avlıyordu bazense o balıkları avlayacak başka balıklar alıp göle bırakıyordu. Bütün hayatı ve etrafındaki hayat onun kontrolü altındaydı. Hiç arkadaşı yoktu ama Tanrıcılık oynamak bunu gerektiriyordu. Arada bir şehre gidip birkaç işi halledip kendi için erzak alıp geri geliyordu. Kendi ölümünü bile kontrol altında tutmak istiyordu. Gerekli gördüğü zaman ölecekti.

İşten ayrıldıktan 9 sene sonra, artık oyunda ustalaşmışken, bir gece yan bahçelerden birinde büyük bir yangın çıktı. G, onu uyandırmaya çalıştı ama uykusunun kendi kontrolü altında olmadan bölünmesine izin vermeyerek onu görmezden gelmişti. Önce leylandi çamları alev aldı, sonra taş evin çatısındaki körükler. İşte anca o zaman uyanmaya karar verdi. Diğer köpekler telaşla bulundukları yerden koşup gelmişti fakat onlar da kurtarmaya yetmemişti. G sayesinde evden çıkmayı başardığında Cennet Dağı’nın eteklerinde bir cehennemle karşılaştı. Dört yandan ateşler ilerliyordu. O an yıllardır yaşamadığı o hissi tekrar yaşadı. ATEŞ CANLIYDI. Kendi yakmadığı bir ateşle karşılaşmayalı çok uzun zaman olmuştu. Şimdi baş etmesinin hiçbir yolu yoktu. Ev, arsa tamamen yanacaktı. Bu kontrolsüzlük ve farkındalık onu çileden çıkarıyordu. Yapabileceği bir şeyler olmalıydı. Sonra gölcüğü hatırladı. Kendini suya attı. G de peşinden geldi. Suyun içindeyken karavanının ateş aldığını gördü. Kurduğu yaşam, bu karmaşa içerisinde yok oluyordu. Tek yapabileceği sıcaktan kaçıp dibe inmiş balıklarıyla birlikte izlemekti. Ne görkemli bir yıkılış.

Karavandaki tüplerin patlamasını gördü. Sonra her şey karardı. Patlamanın sesi onun kulaklarına vardıktan çok kısa bir süre sonra gözüne saplanan bir bıçak her şeyi sonlandırmıştı.

Ateş yaşıyordu ve arsadan çaldığı yaşamla birlikte bütün Cennet Dağına yayılmıştı. İnsanlar suyun yardımıyla ateşi yendikten sonra onu buldular. Yaşamını böldüğü balıklar ondan kalan son yaşamı da almaya başlamışken çekip çıkardılar suyun içinden. Bir kaçak, artık kaçamayacak hale gelmişti. İşte bütün göçebeliği tek bir üzüntü cümlesine sığabilecek hale gelmişti.

“Yazık, çok yazık.” dedi onu arabaya yükleyen görevli. 

22 Ocak 2018 Pazartesi

Kırmızı İp

-Kaderin kırmızı ipi diye bir şey duymuş muydun?
-Hayır, nedir?
-Çin'de inanırlarmış, ayak bileğimizde olurmuş. Kaderimizin bir olacağı insanın bileğine bağlanırmış da hiçbir şekilde kopmazmış. 

Anlattıklarımın umurunda olmadığını belli etmemek için oturduğumuz banka yayılmıştı. Yarısı göle yansıyan bulutlarla yarısı benimle ilgileniyormuş izlenimi verecek bir açıyla çevirmişti yüzünü. İlgili davranmak istediği zamanlarda böyle yapardı. Gölle ilgilenmek, suyun altını görebilmek için can attığını biliyordum ama onu buraya ben getirdiğim için beni dinlemek zorunda hissediyor olmalıydı. Onu böyle yerlere götürdükten sonra hadi koş eğlen demek istiyordum ama çocuğunu gezdiren bir baba gibi hissetmekten korkuyordum. Önce bir şeyler anlatmak ve anlattıklarımı şu ana bağlamak ikimiz için de daha güzel oluyordu. Anca bu şekilde onun heyecanına eşlik edebiliyordum. Arada bir o da anlatırdı, bazı ülkelerden ve geleneklerinden bahsederdi. İspanyolca küfür etmeyi öğrenmiş zamanında, daha etkili duruyormuş Türkçe küfürlerden. Zaten küfrün içeriği değil söylenişindeki duyguyu verebilmesi önemliymiş. Bir bitkiye güzel cümleler ve kötü cümleler kurularak yapılan bir deneyden bahsetmişti bir ara, deneyecekmiş ama bitkilere kötü cümleler kurmaya kıyamıyormuş. Ne zaman benzer bir şeyler anlatsa onun böyle yüce davranışları insanlara gösteremeyişine üzülüyorum.

Şimdi de verdiğim bilgiye şaşırmış gibi yapacak. Dudaklarının kenarlarındaki o çizgiler görünecek. O uyurken yüzünü izlediğim zamanlarda belki sahiden şaşırıyordur diye düşünüyorum. Uyuduğu zamanları sevmiyorum yüzündeki çizgiler olmadan kendine benzemiyor pek. Mimiklerindeki samimiyet yokken bir kale gibi duruyor. Sanki göl kenarlarında koşturan, altını görmeye çalışarak saatlerce farklı açılardan bakan, ağaçlara tırmanıp dallardan sallanan o değilmiş gibi. Çoğu insan sevmez çizgileri, yaşlılık belirtisi olduğunu söyler ama onda tam aksine çocukluğunu gösteriyor. Onunla uyumak, vakit geçirmek için çok fırsatım olmuyor. Hep başka bir iş engel çıkarıyor. Böylesi daha iyi diyor hep, çok yan yana olmak iyi değilmiş. Hak veriyorum bazen ona ama bu çok işimiz olan dönemler bittiğinde onunla olacağıma dair söz istiyor benden. Söz vermekten kaçınıyorum, küsüyor o zaman. Zaten bu göl hikayesi de bir küsmenin sonrasında başladı. Ona söz veremeyeceğim ama bu kırmızı ip mitine inandığımı anlatmam yeterli olmalıydı. Ama iki durum arasında bağ kuracak kadar bile umursamamıştı. Düşünmemeyi severdi, yani çoğu zaman bana öyle gelirdi. Bazen öyle ayrıntıları getirirdi ki önümü paranoyak olduğunu düşünürdüm. Onu çözmeye çalışmayı çoktan bıraktım artık sadece izliyorum. Uyurken, uyanırken, banyodan sonra kurulanırken, makyaj yaparken, kitap okurken ve yemek yaparken yüzündeki çizgileri izliyordum. İnsanlar onun vücuduna hayran kalıp yüzünü beğenmezlerdi, ne aptallar.

-Şimdi böyle dalıp da düşünmenin zamanı değil canımın içi, dedi. Canımın içi dedikçe çenesinden öpesim geliyordu onu. Sahiden zamanı değildi böyle düşüncelerde kaybolmanın.
-Hadi kalk o zaman, dedim. Gülümseme çizgilerini göstererek kalktı ayağa, elimi tuttu. Benim kalkmamı bekliyorken arkasından bir martı çığlığı geldi. Başını çevirdi arkaya. Şimdi tam zamanıydı. Aniden fırladım yerimden ve çenesine küçük bir öpücük bırakıp onu çekiştirerek yavaşça koştum. Onunla el ele göl kenarında koşma hakkım vardı en azından. Hayatın yoğunluğuna kızıp da ona ayırabildiğim nadir akşamüstlerinden birini keyifsiz hale getirmemeliydim.

Yorulana kadar koştuk gölün kenarında. Sonra ben durunca kendini sağ omzuma yatırdı, gözlerini kapattı. İşte, tam burada onu öpersem o kırmızı ipin bileklerimize bağlanacağını hissettim. Hayatı ondan ayrı yaşarsam ayaklarıma dolanacak bir ipe razıydım o an. Öptüm.

Sonrasını pek hatırlamıyorum. 14 yıl geçti onu bırakmamın üzerinden. Hala onunla ilgili bir şeyler olunca ayak bileklerimde bir yanma hissediyorum. Haftada bir gazetede gezi yazıları yayınlanıyor, bugün Budapeşte serisine başladığını gördüm. Dört ay sonrası için biletimi aldım ben de. Bu serilere benim keşfettiğim şifreleme yöntemiyle bir bilmece gizliyor hep. Ben de o şehirde onun adımlarını takip ederek bana verdiği bilmeceyi çözmeye çalışıyorum. Sonuç bazen bir hediye bazen bir mektup oluyor. Gazetede yazmaya başlayalı iki yıl oldu ve bunu iki yıldır aksatmadan her şehirde yaptı. Onun bıraktığı anılar bileklerimizdeki ipi doladığı makaralar olarak görülebilir. O oradan hareket ettikçe beni o konuma doğru çekmeye başlayan bir zincir. Emaneti yerinden alana kadar da çekmeye devam ediyor. Artık alıştım direnmeden gidiyorum onun gösterdiği yere. Hem kendi isteğimle gitmeyeceğim şehirlere gitmemi sağladı. Güzel yerler gezdim, güzel insanlarla tanıştım. Son iki yılda onu bir sefer görebildim. Ankara’da denk geldik, yanında kırklı yaşlarda zayıf bir adam vardı. Ayaküstü konuştuk. Arkadaşının kedisinin yavrularından birini almak için gelmiş. O hep bahsettiği kitabı da yazmaya başlamış. Yanındaki adam da arkadaşının eşiymiş. İlk gördüğümde hayatındaki biri olduğunu düşünmüştüm, hayatında biri olsa emanet bıraktığı mektuplarda bundan bahsetmezdi, biliyorum. O yüzden biraz korktum yanına gidip selam vermeye ama bunca yıl sonra onun sesini duyabilecek olmaya değer diye düşünüyordum. Benim yoğunluğumdan iki evlilik geçmişti bu 14 yılda, o hiç evlenmemişti. Bir sefer çok yaklaştığını biliyordum sadece.

Ankara’da denk geldiğimiz zaman bileklerimin en rahat ettiği dönemdi, onu İstanbul’a kendi arabamla götürmeyi teklif etmediğim için hala pişmanım. Ona bu kırmızı ipten bahsetmek, hatırlatmak istemiştim o zaman. Ankara’dan bir ay sonra, Viyana’ya onun adımlarını takip etmek için gitmiştim. Yazıdan şifreyi çözmem için serinin dördüncü bölümüne kadar beklemem gerekti. İlk adımı çok kolay çözmüştüm, 20. Bölgede küçük bir otele gitmem gerekiyordu. Bu kadarla sınırlı olmamıştı hiç, muhtemelen orada farklı bir bilmece bekliyordu beni. Otele benim adıma bir kart bırakmıştı. Arkasında “Chambery’de yaşamam gerekirken Belgrad’a ulaştım. Osmanlı’dan beri evim yeşil çatılı. Kapısına barışla gitmen gerekir.” yazıyordu. Ona benim anlattığım Prens Eugen’le alakalı bir hikayeye gönderme yapmıştı. Bahsettiği yeşil çatılı ev Belvedere Sarayı olmalıydı, bana hafızamı zorlatmayı seviyordu. Bilmecenin ikinci kısmında bir zeytin dalıyla gitmem gerektiğini anlıyordum ama bir sorun vardı, Viyana’da nereden zeytin dalı bulabilirdim? Belki daha kolay bulunabilecek bir şeyden bahsediyordu barış diyerek. Önce zeytin dalının peşinden gitmek gerektiğine karar verdim ve soruşturmaya başladım. Nehrin karşı tarafında bir Akdeniz restoranı buldum. Restoran içerisinde bir zeytin ağacı vardı, rica edince minik bir dal parçası almamda sakınca görmediler.

Sonunda Belvedere Sarayı’na elimde zeytin dalı ile gittiğimde bilet gişesinde zeytin dalını gören kadın, bankonun arkasından kocaman gülümsemişti. O emaneti bırakalı iki ay olmuştu ama kadın hatırlıyor olmalıydı. Zeytin dalını alıp kıyafet dolabından kırmızı bir iple kese kağıdına sarılmış bir kavanoz getirmişti bana. Kavanozun içinde ise birbirlerine kırmızı bir iple bağlı kağıtlar vardı. Kırmızı ip, o göl kenarı, diğer güzel anılarımız ve evliliklerimle ilgili üzülmememi söyleyen yazılar yazmıştı. Hem içini dökmüş hem de teselli etmişti. Hiçbir zaman gel dememiştik birbirimize ama bir yerde birinin çağırması gerekiyordu. Budapeşte için özel bir tarihi şifrelemiş olması bunu gösteriyordu.

“Bugünden tam dört ay sonra bir cuma gününde, 7 Eylül 2012’de, Budapeşte’de buluşacağız.”

Artık hayatım eskisi kadar yoğun değildi. Yaşlanmış, yorulmuş ve 8 yaşında bir oğlan çocuğuna baba olmuştum. Artık benim yüzümde onunkine benzer çizgiler vardı. Sözümü tutma zamanım gelmişti. Kırmızı ip artık daha fazla gerilmeyecekti.