Hayatında
ilk defa apartmanların farkına varmış olarak yukarıya bakıyordu. Bu binalar
yıllardır yolunun üzerindelerdi ama daha önce böyle fark edememişti onları. Bu
akşamüstü birden kafasını kaldırdı ve uçurumların yüceliğini çalmaya çalışan
hırsızlar olduklarına karar verdi. Barış Apartmanı adında bir apartmanın
Niagara Şelalesiyle tanışıp onun bilgeliğinden faydalanması için çıktığı
yolculuğu konu alan bir hikayeyi düşünüp gülümsedi. Eğlenceli bir masal
olabilirdi, ileride çocuğuna anlatabileceği kadar eğlenceli. Çocuğu olana kadar
bu masal fikrini unuturdu büyük ihtimalle.
Bu şehir
de ona artık git diyordu. Gitmezse şimdi farkına vardığı apartmanlar üzerine
kapanmaya da başlayacaktı. Eğilen, bükülen ve bağıran binalar topluluğuyla savaşmak
zor olacaktı. Gitmesi lazım geldiğinden terk edeceği dördüncü şehirdi. Her şey
doğduğu şehirde, bir su birikintisinde kırınan ışığın ortaya çıkardığı
renklerin farkına vardığı o yol ayrımında başlamıştı. 21 yaşında “yaşam”
kavramıyla tanışması orada olmuştu. Yaşam ve hayat ne kadar eş anlamlı
kelimeler de olsa o uçurumu anlamaya başlamıştı. Yaşam kelimesi bir eylem
içeriyorken hayat kelimesi bir süreç betimliyordu. O suya değen ışığın
içerisindeki yaşamı fark ettiğinde gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Daha büyük
bir gerçeğe yakalanınca anladı. Yaşamın farkına vardıktan sonra her yerde
peşinden gelirdi. Doğduğu şehirde yaşam onu bulmaya devam etti. Bir kadın
elinin otobüs direğine tutunuşunda, bir pasta ustasının pasta yapışında hatta
bir sandalyenin görevini yerine getirişinde bile yaşamı fark etmeye başladı.
Hayatını daha önce bir video gibi yaşadığını düşünmekten sağlıklı uyku
uyuyamıyordu. Başka bir yere gitmeye yine böyle bir uykunun sonunda karar
vermişti.
Sadece
gitmeliydi. Yeni bir hayat bulsa yeterdi o hayatın niteliğini önemsemiyordu.
İlk andan itibaren her şeyde yaşam arayacağı bir hayata başlayacaktı. Nerede
çalışacağı, nerede kalacağı, nerede yemek yiyeceğini henüz düşünmeden doğduğu
şehirden, hissettiği şehre gitmişti. Kendi mesleğini yaptığı bir iş de
bulmuştu. Maaşı eskiden kazandığına göre düşüktü ama hayati ihtiyaçlarını
karşıladıktan sonra birikim bile yapabilirdi. Kendini o şehre bağlamaya karar
vermişti bir kere. O şehrin bütün ağaçlarına dokunacaktı. Yaşamı fark etti,
bütün ağaçlara dokundu, kuşların ötüşünü bile gözüyle görebiliyor olduğunu
düşünüyordu. Bir gün hissettiği şehir ona ağır gelmeye başlayana kadar sürdürdü
bunu. Şehrin ve insanlarının içindeki bütün yaşamı taşımakta zorlanıyordu. Oysa
onun taşıdığı bu yaşam farkındalığı yükü şehirden hiçbir şey eksiltmiyordu.
Şehre iyi gelmediğini fark ettikten 19 hafta sonra oradan da ayrıldı.
Bu
sefer ayrılmadan önce işini ayarlamış ve daha küçük bir şehre gelmişti.
Hissettiği şehrin büyüklüğünün üzerine burada fark edip de yorulacağı başka bir
şey olmadığını düşünüyordu. Kötülüğün yaşamını fark ettiği ana kadar sürdü bu
inanışı. Kötü şehirde, insanların içindeki o bembeyaz ve göz alıcı kötülükleri
normal görmelerine alıştı bir süre sonra. Hissettiği şehirden sonra bu fark
ediş ona ne kadar yük olabilirdi ki? Çok zorlanırsa ağaçlara döner biraz onlara
ortak olurdu önceden yaptığı gibi. Fakat kötülük de yaşama benziyordu, her yeni
insanda ilk olarak kötülükle temasa geçiyordu. İnsanların enselerinden çıkıp
onun üzerine kollarını uzatan parlak beyaz canavarlar olarak görüyordu
kötülüğü. Yaşam kavramının ortaya çıkardığı bu şeytani olgu kafatasının
tepesinden başlıyordu onu baskılamaya. Kötülük yüzünden kendi yaşamını fark
etmemeye başlayana kadar durdu küçük şehirde. Önceleri yaşamdan kaçarken şimdi
yaşamı aramak için yola çıkıyordu. Bir yerde kalabilmesinin mutlaka bir yolu
olmalıydı. Bir tanrının yarattığı ya da kendiliğinden gelişen bu yaşam onu
yoruyordu.
Kötülükle
ilk randevunun üzerine 7 ay daha dayandı. Sonra çalıştığı yerin bir başka
şubesine geçmek istedi ve bu isteği kabul olduğu gibi şehri terk etti. Kiralık
bir odada kaldığı için terk etmek daha kolaydı. Kira sözleşmesi gibi
prosedürlerle uğraşmadan gidebilmeyi sevmişti. Bu kaçma özgürlüğü onun için
kötüydü ama gerekliydi. Yeni şehre gelirken sadece kendi yaşamının kök
noktalarını aramayı amaçlamıştı. Kök şehirde sekizinci yılıydı. Ne şehrin yaşam
yükünün altına sokmuştu kendini ne de kötülüğün onu bastırmasına izin vermişti.
Artık öğrenmişti. Çok az çalışıp çok para kazanıyordu. Kaçma gerekliliği
duymamıştı bunca zaman. Hem artık fark etmeye de alışmıştı. Yaşamı ve kötülüğü
dengeli olarak fark ediyordu. Diğer insanlar gibi yaşıyordu artık ve kendisi
için uyumlu bir hayata sahip bir kaçak diyordu. Hissettiği şehirdeki göçebeliği
anımsatıyordu bu ona. Belki o da bir göçebe olmalıydı artık. Belki de kötü şehirde
kaybettiği yaşamayı, kök şehirden yeterince sömürdüğü için binalar ona kızıp
yaşamaya başlamışlardı. BİNALAR YAŞIYORDU. Bu hayatın sürdürülebilirliği
açısından zararlıydı. Kolayca gidebilmek insanlar tarafından güzel bir
alışkanlık olarak görülüyordu. Onun için değildi, savaşmaya yeltenmiyordu bile.
Kök şehir farklıydı, yerleşik hayata geçmiş ve şehrin memesinden hak ettiği
sütü sağmaya başlamıştı. Şimdi yeniden gitmek istemiyordu, savaşmayı göze
almaya karar verdi. Belki bir eşi olsa daha kolay direnecekti ya da en azından
direnmeyi isteyecekti. Yine de binalar iki kişi için bile çok güçlü rakiplerdi.
Her yerdelerdi. Gününün tümünde onların ya içinde oluyordu ya da yanlarında.
Önceki şehirlerde sadece durup geçmesini beklemişti ama bu sefer savaşmayı
denemek istiyordu. Önce bütün zamanını bir binanın içine girip diğerlerini
görmemeye çalışarak geçirdi, olmadı. Yaşamak için onlara ihtiyacı vardı. Sonra
bir eş buldu ve onu düşünmeye zorladı kendini, olmadı. Nerede bir bina yıkılışı
görse durup izliyordu, bu ona onların da ölebileceğini anlatan sembolik bir
olaydı. Dünya üzerinde her şeyle savaşılabilir diyordu artık. Bir gün tükenene
kadar her sabah aynaya baktığında bunu söyledi kendine. Yatağında doğrulup
aynayla karşılaştığı zaman selam bile veriyordu aksine.
Birkaç
ay daha binalarla savaştı. Harcaması neredeyse olmadığı için çok fazla parası
birikmişti. Rahatça kaçabilirdi ama sadece bunu istemiyordu. Kök şehrin
içindeki yaşamı aldığı bu tanrıcılık oyununu sürdürebilseydi eğer devam
edecekti savaşmaya. Sonra daha kritik varlıklar da binaların safında savaşa
katıldı. Bulvarlar, kaçması gereken düşmanları haline gelmişti. Sonra
çerçeveler ve camlar da ona karşı çıkmaya başladı. Yavaş yavaş şehir bütünleşip
“Ben hayattayım!” demeye başlamıştı. Artık yaşamı çalabileceği çok az şey
kaldığında gitmeye karar verdi. Nereye gideceğini bilmiyordu sadece. Başka bir
şehri göze alamazdı. Önce binalarla ateşkes antlaşması yapıp biraz uzaklaştı.
Neredeyse lüks sayılacak bir karavan aldı ve yola çıktı. Hiçbir binayı hiçbir
şekilde göremeyeceği bir yere gitti, Cennet Dağı’na. İki haftalık izni vardı.
Dağın zirvesine yakın bir düzlükteki kamp alanına park etti. İki hafta boyunca
sabahları erkenden uyanıp dağı keşfetmek için yürüyüşe çıktı. Bazen daha uzak
yerlere gidebilmek için karavanla çıkıyordu. İki hafta boyunca yaşamın
kendisiyle iletişimde oldu. Toprakla, ağaçlarla, dereciklerle ve hayvanlarla.
Çoğu günler doğru düzgün insan bile görmediği söylenebilirdi.
Tatilinin
son iki gününde fiziksel olarak dinlenmek amacıyla evine dönmeye karar verdi ve
yola çıktı. Dönüş yolunda ormanın çıkışında etrafı çevrili bir düzlükle
karşılaştı. Satılık yazısı asılmıştı. Yakında birkaç arsa daha vardı çoğu üzüm
bağı ve meyve bahçesiydi. Binasız bu alan onun için mükemmel bir yer
olabilirdi. Yeterince birikmişi vardı. Hiçbir şehirde ev almayı göze
alamayacağı için burası ona cennet olacaktı. Tanrıcılık oynamak için uygun bir
mekan. Kendi tarafından belirlenmiş bir yaşam sağlamak bir fırsat.
Tabeladaki
numarayı aradı fiyat tahmin ettiğinden de düşüktü. Kalan birikmişiyle yatırım
yapıp getirisiyle hayatının geri kalanını idare edebilirdi. Bir de işten atılsa
alacağı yüksek tazminat hayatını daha kolay hale getirirdi. Bazı yatırımlarını
bozdurup arsayı satın aldı. İlk iş olarak ormana bakan kısım haricindeki her
kenara leylandi çamı ekerek çit çekti. Hafta sonları karavanla giderek işleri
hallediyordu. Bu ona şehrin tamamıyla olan savaşında yaşam gücü sağlıyordu. Bir
nevi yaşam destek ünitesi. Sonra taflanlardan daha küçük çitler çekerek arsayı
böldü. Bitkilerin yaşamını belirlemek ona yetmiyordu. Daha fazlası lazımdı. Bir
gün iş yerinde balık çiftliği sahibi biriyle tanıştı ve bu ona bir gölet yapma
fikri verdi. Balık çiftliği olan adamı hafta sonu arsasına davet etti ve onun
da yardımıyla uygun olan alanı, derinliği, dip bitkilerini, gerekli
mikroorganizmaları kararlaştırdılar. Önce ufak bir kabin yaptı ve gerekli
gereçleri alıp onun içine yerleştirdi. Sonra kazmaya başladı. Planladığına göre
giderse 6 ayda kazma işini bitirecekti. Kazmanın hayatında yaptığı en anlamlı
eylem haline gelmesi kaçınılmazdı çünkü dünyayı şekillendiriyordu. Kazmayı her
indirişinde, kazdığı yeri kürekle her temizleyişinde bir arınma söz konusuydu
onun için. Terk ettiği, kovulduğu, kaçtığı şehirlerin izlerini teriyle toprağa
bırakıyor sonra da kürekle o toprağı ortadan kaldırıyordu.
Tek
başına kazmak ona iyi gelmemeye başlayana kadar buna devam etti. Sonra kazma
işi için iki kişi tuttu. Bu tuttuğu adamlar hafta içleri de devam ettiler ve
kazı işi 3 ayda bitti. Bu sürede balıklarla ilgili birçok kitap okudu. Hangi
balıkların o gölette yaşayacağına karar veriyor olma düşüncesi bile onu
güçlendiriyordu. Bu süreçte yıllardır aklında dolanan diğer insanların yaşamla
nasıl başa çıktığı sorusuna yanıt bulmaya başlamıştı. Onlar sadece fark
etmiyorlardı. Etraflarındaki cansız varlıkların bile içinde olan o yaşamı
göremiyorlardı ama o, her şeyin içindeki yaşamın kokusunu bile alabiliyordu. Bu
lanetli hal aslında onun nefes almayı hissetme şekliydi. Nefes alıyordu,
binalardan ve şehirlerden daha çok hayattaydı. Kendi içindeki yaşamı bölerek
arsasında hayatlar yaratacaktı.
Balık
çiftliği olan arkadaşını davet etti ve ondan son bilgileri de aldı. Killi
toprağı artezyen suyuyla doldurmadan dip bitkilerini ekti. Gölcüğün suyla
dolması bütün bir hafta sonunu aldı. Bu dönemde iş yerinden tekrar izin istedi.
Bu izinleri daha da sıklaştırıyordu. İşten kovulmaya çalışıyordu fakat ona olan
ihtiyaçları yüzünden onu bırakmıyorlardı. Yasalar gereği kendi isteğiyle
ayrılıp tazminat alması için bir yılı kalmıştı. Onlar çıkarmazsa da bir sene
daha sabrettikten sonra yarattıklarıyla ilgilenebilmek için yeterli zamanı
olacaktı. Balık çiftliğinin sahibi son gelişinde dört köpek yavrusu getirmişti
hediye olarak. Biri beyaz, biri kapkara, diğer ikisi griydi. Onların hepsine
bakacak alanı vardı fakat biraz daha büyüdüklerinde sürekli ilgilenmesi
gerekecekti. Onları G, M, R ve U şeklinde isimlendirdi. Beyaz olan G, kapkara olan
U, düz gri olanı M ve çizgili gri olanı R. Köpekler bir süre sonra isimlerine
alışmaya başladılar. Bu sürede gölcüğün içerisinde yaşam gelişmeye başlamıştı.
Etrafta bazı otlar yeşermeye başlıyordu. Buna izin veremezdi. Bu arsada her şey
onun elinden yaşam bulmalıydı. Kendiliğinden çıkan bütün otları söktü ve
yerlerine kendi seçtiği bitkileri ekti.
Bütün
bu yaşamını bölme olayı şehirle olan savaşında avantaj kazanmasını sağlamıştı.
Artık binalar onun üzerine eğilip gitmesi gerektiğini söylemeye korkuyordu.
Köpeklerin gelişinden iki ay sonra işten kovuldu. Tazminatını sorunsuz aldı.
Yatırımlarını yaptı ve şehrin içindeki her şeyin yaşamını rahat bırakarak
cennetine sığındı.
Kendine
bir ev yapması gerektiğini düşünüyordu. Bir cennet sarayı. Kütüklerden nasıl ev
yapılacağını biliyordu ama tek başına yapabilecek kadar fiziksel güce sahip
değildi. O apartmanlar gibi beton da kullanamazdı. Taşlardan yapmak istiyordu
ama yine fiziksel güç eksiği duyuyordu. Yapamadığım yerde birilerini tutarım
diyerek sıvadı kollarını. Kalıp halinde kayalar satın aldı ve onları keskiyle
parçalara ayırdı. Sonra planladığı şekilde evini yapmaya başladı. Yorulduğu
yerde işçiler tuttu ve birlikte çalışarak evi tamamladılar. Herkesin onun
emrine uyduğu bu arsada yaşam iyice yerleşiyordu. Köpekler büyüdükten sonra
ormanda kendi başlarına avlanabilecek seviyeye geldiler. Onları bazen birkaç
gün görmediği bile oluyordu. Ormandaki ve dağdaki yaşamı onun yerine köpekleri
çalıyordu artık. U kardeşlerinden daha iyi bir avcıydı. Öldürme görevi hep
ondaydı. R avları bulan ve diğerlerini toplayandı. M onların alfasıydı. G ise
hepsinin arasında farklı bir yere sahipti. Onunla en iyi anlaşan köpek G idi.
Her gece mutlaka arsaya döner ve karavanın tepesinde uyurdu.
Gölcükteki
balık nüfusunu kontrol altında tutmak için bazen kendi avlıyordu bazense o
balıkları avlayacak başka balıklar alıp göle bırakıyordu. Bütün hayatı ve
etrafındaki hayat onun kontrolü altındaydı. Hiç arkadaşı yoktu ama Tanrıcılık
oynamak bunu gerektiriyordu. Arada bir şehre gidip birkaç işi halledip kendi
için erzak alıp geri geliyordu. Kendi ölümünü bile kontrol altında tutmak
istiyordu. Gerekli gördüğü zaman ölecekti.
İşten
ayrıldıktan 9 sene sonra, artık oyunda ustalaşmışken, bir gece yan bahçelerden
birinde büyük bir yangın çıktı. G, onu uyandırmaya çalıştı ama uykusunun kendi
kontrolü altında olmadan bölünmesine izin vermeyerek onu görmezden gelmişti.
Önce leylandi çamları alev aldı, sonra taş evin çatısındaki körükler. İşte anca
o zaman uyanmaya karar verdi. Diğer köpekler telaşla bulundukları yerden koşup
gelmişti fakat onlar da kurtarmaya yetmemişti. G sayesinde evden çıkmayı
başardığında Cennet Dağı’nın eteklerinde bir cehennemle karşılaştı. Dört yandan
ateşler ilerliyordu. O an yıllardır yaşamadığı o hissi tekrar yaşadı. ATEŞ
CANLIYDI. Kendi yakmadığı bir ateşle karşılaşmayalı çok uzun zaman olmuştu.
Şimdi baş etmesinin hiçbir yolu yoktu. Ev, arsa tamamen yanacaktı. Bu
kontrolsüzlük ve farkındalık onu çileden çıkarıyordu. Yapabileceği bir şeyler
olmalıydı. Sonra gölcüğü hatırladı. Kendini suya attı. G de peşinden geldi.
Suyun içindeyken karavanının ateş aldığını gördü. Kurduğu yaşam, bu karmaşa
içerisinde yok oluyordu. Tek yapabileceği sıcaktan kaçıp dibe inmiş
balıklarıyla birlikte izlemekti. Ne görkemli bir yıkılış.
Karavandaki
tüplerin patlamasını gördü. Sonra her şey karardı. Patlamanın sesi onun
kulaklarına vardıktan çok kısa bir süre sonra gözüne saplanan bir bıçak her
şeyi sonlandırmıştı.
Ateş
yaşıyordu ve arsadan çaldığı yaşamla birlikte bütün Cennet Dağına yayılmıştı.
İnsanlar suyun yardımıyla ateşi yendikten sonra onu buldular. Yaşamını böldüğü
balıklar ondan kalan son yaşamı da almaya başlamışken çekip çıkardılar suyun
içinden. Bir kaçak, artık kaçamayacak hale gelmişti. İşte bütün göçebeliği tek
bir üzüntü cümlesine sığabilecek hale gelmişti.
“Yazık,
çok yazık.” dedi onu arabaya yükleyen görevli.