23 Ağustos 2018 Perşembe

Islık

Kendi ıslığımdan kaçıyorum,
Beş boy suyun altında bile.
Çocukluğumun karanlıkta keşfettiği korkulardan birinden.
Paranoya kutularının sihri içinde dolanan
O azalmayan ıslıktan kaçıyorum.

İçimde bir çöküntüyü andıran oyuklar var şimdi,
Büyüdükçe ağırlaşan hisler yer edinir kendine.
İnsanların emanet ettiği ağırlaşan hisler.
Ben, bir yolculuk öncesi feda edildim.
Hep bir şehri bana tercih ettiler,
Rakiplerim hep çok güçlüydü.

Her yolculuk aslında içeriyedir
Ve her yolcu nefret eder çıktığı yerden,
Kimi yola mecbur kaldığından
Kimi yolu özlediğinden.

Camdan izlenen otoyol kenarları tarlalarına benziyor yaşamak,
Her gece farklı renkler sunuyor görmek için.
Bir ıslıktan korkup kaçtığın gecelerde,
Yalnız girince yatağına muhtaç kalıyorsun
O ıslığa bile.
Birinin seni düşündüğünü bilsen yetecek belki.
Zorunda kaldığın yolu özletir bütün eksiklikler,
Narenciyeleri soluna almak istersin,
D-bilmemkaç numaralı kara yolunda.
Öyle uçta yaşıyorsundur ki,
Bütün yollar içeriyedir senin için.
Ve güneş hep sağında kalır.

İnsan doğası yüzünden üzülmen gerekmez.
Bir matkap şakaklarını delerken bile gülebilirsin.
Birini kendi acın da yapabilirsin,
Her sabah ağrıyan ve kanayan yerlerinden sorumlu tutarsın.
Biraz doğuya, biraz kuzeye gidersin de,
Islığın seni çağırdığı yönden
Güneyinde olandan kaçarsın her zaman.

Korkma ıslığı takip etmekten,
Karanlığın ayak sesleri sadece senin kaçman için var.

13.04.2018

Bin yılın enkazı

Odamda bir yıkıntı olarak duruyordu hüznün iskeleti.
Üzerine çoğul lanetler işlenmiş odamda.
Kimseyi unutturmuyordu bana.
Hatırlama lanetini taşımaktan yorulmuştum.
Saçlarım uzadıkça beni lanetleyen kadının saçları oluyordu.
Onun saçlarının kıvrıldığı her yeri hatırlıyordum.
Başkent grisi her telin yerini biliyordum.
Ellerimle ayıklayıp kestiğim tellerle süslüyordum odamı.
Tek süslerim bunlar değildi,
Masada Rubaiyat ve masada Duino Ağıtları,
Rafta Pir Sultan Abdal.
Kitaplıkta ikinci yeni.
Bin yılın şiirini yaşıyordu odam.
Bu bin yılın adamlarının hüznüyle dolu,
Tozlanmış bir mektup zarfını andırıyordu.

Yatağım içimde ölmüş çocuğun mirası bana.
Biliyorum kimse temiz değil burada.
Sadece açıkça yaşadığım için suçluyum ben.
İçimden katil olduğum için suçluyum,
Köşede yıllardır duran örümcek ağlarını söktüğüm için.
Bazen yatağa inerdi örümcekler gibi, birileri.
Bazen onlardan miras kalırdı, küpeler ve diğer şeyler.
Yok etmeye çalışsam da odam hatırlar.
Çalınmadan açılan bütün kapıları,
Uyuyan bir ergenlik anısını hatırlar.

Ve dikilir bin yılın gözleri üzerime,
Her gece iki şiir ister benden.
Her gece iki şiir seçerim bin yıldır yazılan.
Hayyam, Rilke, Abdal, Süreya, Cansever, bazen Uyar.
Biraz geride kalır, mağrur bakışlarıyla Zarifoğlu.
Çantamda saklanır Temo, sokakta yaralı bir it koştururken.*
Arkadaş Zekai parlar pencereden,
Bolu ormanlarından bir koku çarpar suratıma,
Veda kokusu, Anadolu kokusu.**
Odamda bir mum gibi yanar Attila İlhan şiirleri,
Anlıyor olmanın ateşiyle yanar.***

Her gece iki şiir okurum odama,
Çağrılmayan Yakup çağrılır olur aramıza.
Ruhi Bey bir pesüs gibi yanarak geçer sokaktan.
Edip'in içinde doğuran memeli balıkları hatırlarım.
Ellerimin içinden kalkan cenazelerle karışmasın diye,
Ayrı tutarım onu.****
15 Mart zannederim her 25 Mayıs'ı,

Başkasının olan kadınlara şiir yazmayı da öğretiyor bin yıl.

-------------------

*
-Mes'ut Bir Tesadüfe Altıncı ve Son Mektup
Selim Temo - Jubile

**
-Sevdadır
Arkadaş Zekai Özger - Sevdadır: Şiirler

***
-Kaptan 1 2 3 4 5
Attila İlhan - Sisler Bulvarı

****
-Pesüs
-Kısa bir not
-Çağrılmayan Yakup
Edip Cansever - Sonrası Kalır I

Şehir

Rüzgarın sesini duyuyorum,
Vurulmaya açığım.

Dağları küstürme derdi babam,
Bundan hep başım dik gezdim.
Vurulmaya açığım.

Ve sen,
Dağları izlerken gördün beni,
En mahrem yerinde bir tutkunun.
Bir ağaca dokunurken izledin,
Akan suyu hissederken gördün.
Kişinin hayatı algılayışını resmetmeye çalışma şimdi.
Bir çıplaklıktan ötesidir hayatın ortaya çıkışı.

Bir eksiklik bulaştırdın kanıma,
Mutluluk tam olmayacak artık hayatımda.
Alyuvarlarımda yersiz heyecanlarlayım şimdi.
Tek bir savaşçı tarafından yok edilmiş şehirlere benziyorum.
Dönen ve sürekli üzerime gelen bir savaşçı tarafından.
Kapılarım açıktı, yenildim.
İnanıyordum, yenildim.
Bir truva atından değil,
En sevdiğim bahçeden çıktı düşmanım.
Benden kalan ganimetle binlerce asker doyacak artık.
Yanımdan geçerken seslerini duyacağım.

04.06 - 05.06.2018

Taklit (Öğrenilmemiş Kokular 12)

Alnına o kırışıklıkları kondurma,
Kurduğum hayallere denk oluyorsun.
Bir mimiğin taklidiyle başlıyor her şey,
Gülerken ıssızlaşmandan tanıyorum ilkinde.
Soğuk Aralık gecelerine dönüşmese de odamız,
Kötü bir yılın bitmesine seviniyorum yanında.
Bir kaldırımda duran varoluşun önünde
Sigara içerek volta atıyorum.
Onu kabullenmediğimle kalıyorum.
Ve sen,
Alnında kırışıklıklarla
Kabul edemediğim hayallere denk düşüyorsun.

İkincide hiç zorlanmadan çıkarıyorum kim olduğunu.
Saçların çok siyahlaşmış,
Benden nefret edişin karartmış tenini.
Üzerinde parlayan bir elbise gibi,
Vücudunu çepeçevre saran duyguların var.
En sert çelikten örülmüş, yapımı imkansız zırhınla,
Ellerimi kanatan dikenlerinle yanımda uzanıyorsun.
Yanımda büyüyorsun bir ırmak gibi,
Binlerce farklı kaynağın suyunu toplayarak.
Yanımda, sakin.

Üçüncüyü hiç mi hiç hatırlamıyordum,
Elleri ısınsın diye
Sigarasına sarılmış bir kız geliyor gözümün önüne.
Seni yakacağını bile bile ateşe sarılışını hatırlıyorum.
Ve hep uzun sürüyor iyileşmek.
Deri toparlasa da et hatırlıyor acıyı.
Yeşil elma kokusu sarıyor koltuğu.
Ateş kadar olmasa da taklidi bile yakıyor.
Çıkar sapladığın dişleri etimden,
Sen beni böyle tutarken
Savrulamıyorum.

21 Ağustos 2018 Salı

Hayyam

Bir trompet çalınıyor Merv şehrinin kalıntıları üzerinde,
Farsi bir şiir kulaklarımda.
Bin yılda bir gelen dilenci benim.
Bin yılda bir Hayyam olur,
Bu bin yılın Hayyam'ı benim.

Sanıyorlar ki,
Sade şarap ve şiir,
Sade bir Cihan sevmek yetecek.

Gözlerin de başın gibi yıldızlarda olacak,
Gittiğin her yerde birileri el üstünde tutacak,
Birileri yerde tekmeleyecekler seni.

Hatta bazen yakacak seni
Bin yıldır aynı sarığı takan başlar,
Bin yıllık sloganları atarak.

Yıldızlarını senden almak isteyecekler,
Usturlabını kıracak onların sopaları.

Gezip dolaşacaksın da koca koca şehirleri,
En son doğduğun eve kalacaksın.

Bin yılda birikecek birini Hayyam yapacak her şey,
Bin yılda belirlenecek yazgın.

20 Ağustos 2018 Pazartesi

Cam Kral

Tanrı tarafından terkedilenler
İsa'nın yakarışlarını anlamaya başlar.

Kürek kemiklerim arasında elçinin değil,
Kralın alameti var.
Üzerimde beni yağmurdan bile koruyan bulutla ilerliyorum.
Beni bir de tacımla görmelisiniz,
Atımın üzerinde ordumun en önünde koşarken,
Hiç ölmeyeceğime inanırsınız.
Beni bir de fatih iken görmelisiniz,
Fethedilenin her noktasını ezberlerken.

Eski camlar nasıl yeni olur bilir misiniz?
Kendi acemiliğini bulup içine karışır da,
Kimsenin anlamadığı bir nokta bulur yenilenmek için.
Renklerin hiç değişmediği bu döngüde,
Kimse krallık üzerinde hak iddia edemez.
Bundan böyle kırılgan olur camlar.

Bir gün,
Farklı bir renk olarak var olup camlar arasında,
Alametimi kanıtlayıp alacağım krallığımı.
Ve atlarımızın üzerinde şehirleri yağmalarken tanışacağız
Bin yıldır içimizde sakladığımız mutluluğumuzla.

Durgun

Çenemde bir ağırlık var.
Yaralarımdan kan dört dörtlük bir ritmile akıyor.
Sabah ezanı makamında bir bıçak saplandı avuçlarıma bu kış.

Deniz çok dalgalıydı seni beklerken,
Öyle dalgalıydı ki deniz,
Giderken geliyordu sular.
Termodinamiğin kanunlarını delmeye çalışıyordu deniz,
Bütün günahları içinde topluyordu.
Öyle yerlerdeydi ki yaralarım,
Her dansta bir daha açılıyordu.
Gece yeşil ışık aydınlatıyordu parkımızı,
Denizden çok uzakta iki martı geçiyordu üzerimizden.
Binlerce metre yukarıda ikimizi görüyordum.
Denizden çok uzakta iki martı gibi ikimizi.
Ama bana öyle kızma,
Dalgaların ve bulutların olduğunu söylemiştim sana.
Su demiştim,
Giderken geliyor.
Bana öyle kızma,
Güneş batmayı unutacak yoksa.
Vapur çok sallanıyor tutun bana.
Çıplak ellerimizle öldürdüğüm vapuru hatırlıyor musun?
Hiç gitmediğimiz bir şehirde,
Hiç görmediğimiz bir vapurdu.

Denizden uzak büyümüş kadın,
Nasıl korkardın rüzgarlı havalarda vapura binmekten.
Çocukluğumun Bergama vapuru kalkardı iki memenin arasından.
Sütünde denizin tuzlu rüzgarı bir esans olarak dururdu.
Teninden parfüm yapmak isterdim.
Montumun iç cebinde balıkçı tekneleriyle
Barınaktan kaçmış bir köpeğin acemiliği vardı üzerimde.
Bir korku nasıl sevilir bilmiyordum.
Seninle öğrenmeye çalışıyordum,
Bir kadını acıtmadan tutmayı.

Ve kaos,
Dört yanımı sarıyor artık.
Bir ada oluyorum insanlar içinde.
Yalnızca kendime güveniyorum.
Ve yalnızca bir insan yüzünü andırdığın
Karanlıkta oturma eylemlerini özlüyorum.
Öyle terk edilmişim ki
-Eski bir ofis binası gibi-
Yeterince uzaktan bakarsan arkamda ne varsa görürsün
Paramparça pencerelerimden.
Ve ellerimde kaynağını unuttuğum çizgiler var.
Yıkılacağım korkusuyla deldim etimi,
Binlerce yıldır damıtılan bir sıvıya bağımlı olarak terk edildim.
Hangi şekerden fermenteyim unuttum,
Hangi tatlı meyvenin aroması sindi derime inan hatırlamıyorum.

Artık su aynı yoldan gidip gelmiyor.
Bu körfezin dalgalarıyla dövüldüm,
En dalgalı deniz bile benim için durgun.

10 Ağustos 2018 Cuma

Hamur

Diğer günlere benzer başlamıştı her şey. Olan olayların herhangi bir sıra dışılığı yoktu fakat buna rağmen içimde olmaması gereken bir katılık vardı. Sisli havalarda insanın içini kaplayan doluluğa benziyordu. Bunu önce her zaman yürüdüğüm yolda fark ettim, kaldırımların rengi birkaç ton kararmıştı. Hatta bazı yerlerde yazılar gördüğümü bile düşündüm. Etrafımdaki insanlara bakıp onların da bir şeyler fark edip etmediğini görmeye çalıştım. Hayır, hayır, onlar için her şey normaldi. Kimse çevreyle ilgilenmiyordu.

Bu artık o kadar dayanılmaz bir hale geldi ki, yoldan geçen bir adamı durdurup sordum.

-Pardon beyefendi, havada bir gariplik yok mu sizce de?

Bu sorunun üzerine adam hiç konuşmadan kafasını yukarı kaldırdı ve inceledi. Kaldırımlara ve yollara baktı. Yüzünde oluşan şaşkınlık normale dönmüştü bile. Cevap vermeye gerek duymadan yoluna devam etti. Bu davranış beni gözlerimde bir sorun mu var düşüncesine itmişti. Görme kaybı yaşıyor olabilirdim. Ama hayır, evdeyken hiçbir şey yoktu. Öyle bir sorun olsa mutlaka evde de hissetmem gerekirdi. Yine de bir iç alana girip bunu test etmek için az önce önünden geçtiğim bankaya geri döndüm.

Sanki biri karşılıklı iki pencere açmıştı. Bütün sisten bir anda kurtuldum. Birkaç dakika oturup dışarı çıkan insanların tepkilerini izledim, kapı aralandıktan sonra insanları görememeye başlıyordum artık. Fakat onlar korkusuzca o beyaz hamurun içine dalıyorlardı.

Evime dönmeye karar verdim ve kapıya doğru yöneldim. Çok basit olacaktı, çıkınca sağa dönecek ve önüme bir tabela çıkana kadar ilerleyecektim. Sonra tekrar sağ ve sağda bulduğum ilk kapıdan içeriye. Ne var ki hiçbir şey planladığım gibi olmadı. Kapıyla aramda bir metreden biraz fazla kaldığında, açıldığını fark ettim. Bu korkutucu beyazlığı delerek bir el girdi bankaya. Ölüm öncesi deneyim anlarındaki kurtarıcıydı, rehberdi bu el. Arada geçen kısacık süreç o an bütün detayları ezberlememe olanak tanımıştı. Eldeki hangi kemiğin hangi açıyla durduğunu, hangi damarların daha belirgin olduğunu, bileğindeki ip bileklikteki renk sıralamasını.

Artık ışık tayfı kadar ezbere biliyordum bu eli. Bütün enerji değerlerini, dalga boylarını ve isimleri bildiğim gibi biliyordum. Milisaniyeler geçmemişti ki elin geri kalanı kendini sudan çıkmaya benzer hareketlerle içeriye attı. Hızını alamayıp omzuma çarptı ve durup gömleğinin omuzlarını silkeledi. Sanki çok tozlu bir ortamdan temiz havaya çıkmış gibi bakıyordu etrafına.

-Dışarıda havaya garip bir şeyler oluyor, dedi. Bir kişinin daha böyle bir durum yaşadığını duymak beni şaşırtmıştı.

-Galiba biz ikimizden başka kimse farkında değil. Başka kimseye sormayı denediniz mi?

-Ondan fazla insana sordum. İnanır mısınız herkes bana deli gözüyle baktı.

-Ben bir kişiye sormakla yetindim, sonra denemek için buraya girdim.

-Ben de. Çok iyi yapmışsınız, içinde durdukça yoğunlaşıyor hava. Tek başıma hissetmeye başladım ve korktum. En sonunda girilebilecek bir tek burasını buldum.

Kendi içimdeki korkunun artmasının nedenini, bankanın lambaları altında teni parlayan beyaz bir kadının yardımıyla anlamıştım.

-Burası güvenli bir yer ama durdukça güvenlik görevlisi daha sert bakmaya başlıyor. Evime dönmek için çıkarken size rastladım, dedim.

-Ben evime dönemeyecek kadar uzaktayım. Yolda belirtecek hiçbir şey de yok. Sizinle gelebilir miyim? diye sordu. Başka herhangi bir durumda bu soru kesinlikle reddedeceğim bir soruydu, fakat o anda birbirimize duyduğumuz bu muhtaçlığın tek çözümü buydu. O hamurlaşan havada tek başıma yürümekten korkuyordum. Evde kendi kendimi çözümsüz durumlara ve düşüncelere sürükleyip sokaktaki yalnızlığımı pekiştirmekten korkuyordum. Hem kadının cesareti de yok sayılacak şey değildi doğrusu. Bu ani güven ve yanlış anlaşılmaktan çekinmemeyi takdir etmeliydim.

-Tabii, dedim. Elinizi verin bana.

Teşekkür ederek elimi tuttu ve kapıyı sonuna kadar açıp dışarıya çıktık. Kapının kapanma sesini bile duymadım. Etrafımda kimse görünmüyordu. Yürürken zorlanıyordum ve tek hissettiğim kadının elimdeki eliydi. Bu yalnızlığı ve korkuyu hafifletmeye yarıyordu. Onu neredeyse çekiştiriyordum. Konuşmaya çalışıyordu ama onu duyamıyordum. Durdum ve yanıma doğru çektim, elimi bırakıp koluma girdi. İçimde bu beyaz yalnızlığın yanında beyaz bir huzur da oluşmaya başladı. Temizlenmiş hissediyordum.

Tabela kaldırımın uç kısmındaydı ve ona çarpmadan onun orada olduğunu anlayamayacaktım. Bu yüzden ikimizi de kaldırımın kıyısına kadar getirdim, ayağımla boşluğu hissettiğim ve bundan sonra yürümemiz gereken yolun dümdüz olduğunu ona söyledim. Sahiden de adımladıkça yoğunlaşıyordu etrafımız. Ne kadar zaman geçtiğini anlamamaya başlıyordum.

En sonunda alnım tabelaya çarptı. Fakat bu öyle normal bir çarpma değildi, yavaş ve yumuşak. Arada koruyucu bir kask varmış gibi bir çarpmaydı. Artık dönmemiz gereken yere çok yakındık ve kadını biraz ittirerek de olsa kaldırımın öteki ucuna taşımıştım. Apartmanların köşesine geldiğimizi hissettikten sonra ikimizi döndürdüm. Sol koluma kadının yüzünün önünden duvara uzattım. Kapıya gelene kadar devam ettik. Kapıyı hissedince kadına eğildim ve geldiğimizi söyledim. Beni duyup duymadığını bilmiyordum. Kolumda ağırlığını hissediyordum ama bu kıvamda bir havada sesin iletilmeden emileceğini düşünüyordum. El yordamıyla kapının kilidini buldum ve cebimdeki anahtarla açtım. Kendimi bu hamurdan kurtarmak istercesine kapıdan içeriye attım. Kadının vücudu geride kalmıştı fakat elleri kolumda duruyordu. Bu manzarada iki bileğinde de aynı ip bileklikler olduğunu fark ettim. Ellerindeki damarların farklılık gösterdiğini ve ezberlemem gereken yeni bir el olduğunu gördüm. Sonra kadını kurtarmak istercesine apartmanın içine çektim. İçeride Ağustos ayına yakışmayacak bir serinlik vardı. Bu zorlu yürüyüşte alnımızda oluşan ter tanelerini giderecek kadar serindi.

Kadın gözleri yeni açılmış bir bebek gibi etrafı izliyordu. Hayatında ilk defa merdiven gören birinin şaşkınlığına sahipti. Korkusu geçmemiş olacak ki hala koluma sıkı sıkıya sarılmıştı. Merdivenlere yöneldik, tırmandık ve sonunda o tanıdık kapının önünde durduk.

-İşte kurtuluş, kurtuluşumuz, dedim. Gülümsedi. Teninin ve ellerinin beyazlığında bir gülümsemesi vardı. Hiç tekinsiz değildi ve sanıyorum ki beni de tekinsiz bulmamıştı. Ya da bu güven sadece aynı yalnızlığı paylaşmaktan kaynaklanıyordu.

Ev dediğim, tek odadan ibaret bir yaşam alanından başka bir şey değildi. Bir yatak, bir tekli koltuk, bir masa ve bolca alan. Onu tekli koltuğa oturtup ikimiz için çay demledim. Bütün pencereler bembeyazdı. Bu ikimiz için hamurlaşmış hava bütün atmosferi sarıyor gibiydi.

Sürekli hayatlarımızdan bahsedip durduk. Dışarıda en ufak bir değişim gözlenmiyordu. İçeride zamanı belirleyen hiçbir şey yoktu. Saatin kaç olduğunu hiç bilmiyorduk. Bir ara yatağımda uzandığım yerde uyumuşum.

Uyandığımda gecenin seslerini duyuyordum. Uzakta cırcır böcekleri ötüyor, penceresi açık başka bir evden televizyonun cılız sesi geliyordu. Ağustos gecesini ufak bir esinti işgal etmişti. Çıplak bacaklarımızda kaldırımdaki ağacın yapraklarını yalamış rüzgarı hissediyorduk. Sabah yeniden sisle karşılaşmanın korkusuyla yanımda uyuyan beyaz ışığa sarıldım.

9 Ağustos 2018 Perşembe

Kül

Ve kadının nefesi dünyadan çekildiğinde, geriye ne şiir kalır ne de ilham.

En çok iz bırakan vedalar,
Hiç sarılmadan olanlardır.
Hiçbir yerinde kalmaz kokusu
Veda edilenin.
Kaybedebilirsin,
Hislerin kulağına fısıldayışını bile.
Uykuya çekilmeye zorlanır bütün büyüler,
Gövdenden bir vapur kalkmış kadar hafiflersin.
Hafiflemeyi en istemediğin zamanda hafiflersin.
Çünkü kadın çekmiştir sıcaklığını bütün dünyadan,
Yanman bile ısıtmaz,
Yeniden harlanmaz o kıvılcımın yaktığı ateş.
Ayrık ve yalnız,
Ve kurtarış anı es geçilmiş bir öykü başlar.
Başladığına benzer her şeyin bitişi.
Usulca kuyruğuna yeltenir yılan.
Günler mora döner kırmızıdan,
Yeniden başlarsın soğumaya,
Yeniden ısınana kadar sürer buzul çağı.
Dünyaya benzer bir insanın evrimi,
Dünyana dönersin sen de.

Önce annenin karnıdır dünya,
Sonra beşiğin,
Sonra için, odan, evin.
Uyurken sarıldığın ne varsa dünyadır.
Her "yeni"de dünyana dönersin,
Saat kaç olursa olsun dönebileceğin bir dünya bulursun.
Perdeyi aralayıp da bakmaz bile asıl dönmek istediğin dünya.
Hiçbir veda böyle iz bırakmaz,
Bir kaldırıma çöktüğünde anlarsın mesela,
Artık alacak nefesin kalmadığını.
O zaman yeniden unutursun başladığın yeri,
Soğumuş dünyanın küllerini.

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Odada İkimiz

Burada duvarlar bile sarardı artık,
Farklı yönlere giden arkadaşların hüznü var odada.
Ciğerimizde silsek de geçmeyecek lekelerle,
Kayıp dolu öksürükler hediye edildi arayan gözlere.
Yine bir kadehe sarıldık işte ikimiz,
Gözleri önünde bir paket sigaranın.
Henüz yanmamış ateşle yanmış ellerimiz,
Ölene kadar unutmayacağız parmaklarımızın dolanmışlığını,
Bir kuantum ilkesine göndermeydi elimi tutuşun.

Gece,
Kurt yüzüne benzeyen takımyıldızlar seçiyoruz.
Ayaklarımda yükseliyor kaşıntı yanındayken,
Efrasiyab'la birlikte yer altına kaçmak istiyorum.
Ateşin kızaran kısmı misafir oluyor kalbime,
Gözümü açsam kollarımdasın,
Kapasam kollarımda.
Arayan gözler denizine dalıyorum,
Sen şimdi uzaktasın, odamda yalnızım.
Bir şarkı çalıyor, odada ikimiz.

Dışarıda ayışıklı bir uyuşukluk,
Biraz daha nefes alamasan güneş doğacaktı.
Güneş yerine,
Evrimleşmiş bir sessizlik doğuyordu yatağında,
Bunu ancak şiirler bozabilirdi.
Güneş yerine,
Sen aydınlatıyordun geceyi,
Birlikte izlediğimiz ilk filmden bir alıntı olarak
Sen.

Etrafımızı saran hava,
Dünya dışından bir atmosfer.
Birlikteyken, sülfür soluyoruz geceleri.
Gündüz nefes alabilmek için,
Ölüyoruz geceleri.
Ayrıyken,
Sen bir ıslığa dönüşüyorsun
İki dudağım arasında tutamadığım.
Sonsuzluğa yayılan ses dalgaları oluyorsun,
Zamanla büyüyor başlattığımız yangın,
Yine de sonsuz uzunlukta aramız
Sana sarılırken bile.
Bundan bitmiyor kavgalarımız.
Bundan yeşeremiyor tohumlar ellerimizde.