30 Temmuz 2018 Pazartesi

Merih II

Kendimi ezip geçmiyorum seninle,
Kırmızı ve kıvırcık, kıvırcık ve kırmızı.
Eksiklik de keşfedilmelidir,
Kendimin eksikliğini seninle keşfetmeliyim mesela.
Kırmızı ve sıvı, mayhoş bir müzik.
Eksiklik de bilinmelidir.
En eski keşiftir çünkü bu,
Organlarının üstünü örten bir örtünün eksikliğini keşfetmişti
Baba ve Anne.
İnsanı yaratan ilk döllenmede,
O mutant bile keşfedebilmişti eksikliği.
Sen koluma girene kadar keşfedememiştim,
Hayatımdaki kırmızı eksikliğini.
Sıvı, mayalı ve kavun kokulu.

İki yaşında bir şiir yazılı sırtında.
Bir şehrin en yaşlı meydanındayız mesela,
Kaleden iniyor bir karbondioksit seli,
Yeşil bir çığ oluyor başımda, kemiklerin hemen altında.
Yeşil bir çığ oluyorsun, bütün kırmızılığınla.
İki yaşında bir şiir olarak doğuyoruz bu mevsimde.
Adını Merih koyuyorum.

Saçlarından başlıyor bir devrim,
Ve saçların gibi yok oluyor bir düzen.
Geceleri güneydoğudan geliyorum yanına.
Geceleri yükseliyorum yanında, sabahın kızıllığına dek.
Göğün ikinci katından iniyorum yanına,
Bir zemin kat daire tartamıyor ikimizi.

Bak tuttum getirdim yakınına koca gezegeni.
Bir sefer öldüm iki yılda,
Kırmızı olmayan bütün renkler boşaldı vücudumdan.
On defadan fazla kirlettim yüzümü,
İşlek caddelerin çamurlu suları aktı ağzıma.
On defadan fazla boyadım onları,
Senin kırmızılığına kavuşamadılar.
Ve öyle keşfettim bu eksikliği,
Bir örtü gibi şiir eksikti aramızda.
Tanıdığım gecenin hatrına.

Merih

28 Temmuz 2018 Cumartesi

ufalan/an

Yıllardır duvarları izleyen bilgeler tanıdım,
Hayatlarına soluk bir renkle devam ediyorlardı.
Kendi ten renklerini bile gri, mavi bir renkte görüyorlardı.
Oysa bir kadına dokununca renklenir dünya.
En kötü şarap bile ballanır dilinde,
Temas alanında oluşan ter katılınca tepkimeye.
Her kadınla aynı olmaz ama.

O kadın,
Yani o bilgelerin bilge olmasını sağlayan kadın,
Ufalan gövdeni yasla göğsüme.
Aylarım senin yanında harcansın istiyorum.
Kavuştur kollarını, memelerin taşsın yerinden.
Kavuş bana,
Kavuş bana en yaralı yerimden.

O kadın,
Yani sen işte.
Sen gidince bile renkler kalıyor odamda.
Kavuşuyorum kendi kendime,
Bir kitapla mesela.
Mest eden bir saldırı oluyorsun ömrüme,
Savunsam bile kendimi,
Yıkıntılar içinde kalıyorum.

Bak bu parmağım da yaralı, görmüş müydün?
Sebebi en sevdiğim kitaplardan birinin yetmişinci sayfası,
En sevdiğim şehirlerden birinde Ağustos'un 18'i.
Hiç durmuyor kan görüyor musun?
Bir nabız gibi, yanında daha da çok kanayan bir yara.
Baktıkça, durdukça azıyor.
N'olur kavuş bana,
Dinsin bu yabancı kan.

Yanında rüyalarım güvende olsun bari,
Birileri çıkıp gelip de bakmasın yüzümüze.
Tanıdın mı beni, demesin kimse.
Yanında hem güçlü hem güçsüz olsun adım.
Ve n'olur doğmasın güneş yeniden.

3 Temmuz 2018 Salı

Bahara Yolculuk

“Bir gün biz de mavi gök altında kırmızı gülleri göreceğiz!”

Şaman bağırdıktan hemen sonra bir yıldırım düştü yapraksız bir ağaca. Neredeyse ölmek üzere olan ağaç dikine çatlamaya başladı. Çatlağın ilerleyiş hızı ve yıldırımın gökten iniş hızının tam tersiydi. Ağır ağır ve her dokunun birbirinden ayrılışını insanlara duyuracak şekilde ilerledi. Yoğun bir yağmur başladı yeniden. Dünyanın bu kısmı ne zamandan beri lanetlenmişti kimse bilmiyordu. Yeni doğan nesiller gökyüzünün aslında mavi olduğunu duyduklarında inanmıyorlardı artık. Hatta ışığın o karanlıkları delip geçen inatçılığı olmasa güneşe bile inanmayacaklardı. Güneşin varlığına inanmalarının tek nedeni her seferinde gece olmasıydı.

Topluluk yağmurdan korunmak için yıllar önce yaptıkları yeni ve daha dayanıklı çadırlara doğru koşmaya başladı. Şamanları bugün de fırtınayı önleyememişti. Göç etmeyi unutmuş bu topluluk artık tamamen tükenmek üzereydi. Yeni doğan bebekler açlıktan ölmeye başlamışlardı bile. Şamanları kimyalarında göç etmek olduğunu söylemişti geçen sene. Ama insanlar bulutları dağıtamayan bir şamanı öyle kolay dinlemezlerdi. Artık bitkilerin kökleri de tükeniyordu, gitmek zorundaydılar.

Güneyde Dofan dağları sıralanıyordu. “Dofan” onların dilinde dönmeyen anlamındaydı. O akşam yağmur durduktan sonra, çadır kentin meydanına kocaman bir ateş yaktılar. Sırtlarını ateşe dönüp Dofanları izlemeye başladılar. Gecenin bulutlarından daha karanlık görünen dağlar hepsini korkutuyordu. Başka şansları kalmadığını kabul etmişlerdi. Şamanları son kalan yapraklarını yolculuk duası için kullanacaktı. Ulu bir an için çadırında hazırlanıyordu.

Ateşin üstüne aylar sonra büyük kazanı koydular. Bu fırtınalı zamanların en büyük ayini olacaktı. Su kaynamaya başlayınca şaman çadırından çıktı. Bir kabuk kapta iyice ezdiği yapraklar elindeydi, karnından dizlerine kadar uzanan mavi ve mor tören kuşağını sarınmıştı. Onu gören görevliler, hazırlıklara başladılar. Çalgıcılar bakımını yeni yaptıkları davullarını taşıdılar. Meşaleciler etraflarını aydınlatmak için bezlerini yağladılar. Bekçiler ateşin etrafını temizlediler ve halkanın en dışına geçtiler. Sakalar taslarını ve sürahilerini ateşin yakınına getirip hazırladılar. En son demleyiciler ayaklandı ve şamanın elinden öğütülmüş yaprakları aldılar. Bu görev dağılımı ve planlama o kadar seri gerçekleşti ki, dışarıdan biri izlese her gece yaptıklarını düşünürdü.

Şaman ateşin etrafında yavaş adımlarla yürüyerek uğurlama duasına başladı. Çalgıcılar yavaş, çok yavaş, bir melodiye başladılar. Demleyiciler ağaç kabuğu tertemiz olana kadar kaynamakta olan suda yıkadılar. Bütün yapraklar suya geçmeliydi. Elleri kaynar suyun üzerinde ve içindeydi ama hiçbir acı belirtisi göstermiyorlardı.

Şamanın duası ve davullar aynı anda hızlanıyordu. Demleyiciler daha bir şevkle karıştırıyordu. Şamana Tanrı adasına giden kayığını hazırlıyorlardı. Kaynayan sudan mest edici kokular yükselmeye başlarken şamanın duası da yavaşladı ama davullar hızını korudu. Şaman göğe haykırmaya başladı.

“Ey göğün yarığı, kayığım ol. Ey büyük kepçe, küreğim ol. Yolumda destek olun, gün doğmadan Tanrı adasından geri getirin beni.”

Sakalar bu sözler üzerine sürahilerini kazana daldırmaya başladılar. Demleyiciler gibi onların da yüzlerinde herhangi bir acı çekiyor ifadesi oluşmamıştı. Çemberdeki herkese çaydan dağıtmaya başladılar. Sakaların lideri, en ulu görevlerden birini yapıyordu, şamana çayın ikram edilmesi. Tören kasesinin bakıcılığı ondaydı ve bu görevi hayatının her anında sürdürmekle yükümlüydü. Tören kasesi bir bardağı andıran, tahta bir kaptı. Dışında çaprazlama ve karo şeklinde oyulmuş ve içleri kırmızıya boyanmış motiflerle süslüydü. Ağız kısmında ateşin yanında kıpkırmızı parlayan bir taşla süslenmişti, bu taşların birleştiği yerdeki iki taş iç içe işlenmiş ve bir sonsuzluk imgesi yaratılmıştı. Onlar bu tören kasesine, kendi dillerinde yılan dişi anlamına gelen, Uul ismini koymuşlardı. Ve sakaların lideri olan aile ise “Uulkar” ailesi olarak anılırdı, yüzlerce yıldır şamanlara en çok yardımcı olmuş aile buydu.

Sakalar da çaylarını içtikten sonra, şaman ve sakaların lideri kalan çayın hepsini tüketti. Bütün çay bitince davullar gittikçe hızlandı ve şaman ateşin etrafında dans ederek elinde tuttuğu bendir benzeri çalgıyla davulların ritmini kontrol etmeye başladı. Bu geceye özel bir ritimle başlamıştı. Çemberdeki herkesin kalpleri şamanın çalgısının altında titreşen iki yay gibi titriyordu. Hepsi, çayın da etkisiyle, kendilerini başka bir dünyaya geçirmesi için şamana odaklanmıştı.

Sonra şarkı başladı, şamanın boğazından yükselen sesler herkesi ele geçiriyordu. Ateşin etrafında doğu yönüne kadar döndü ve durup kuşağından maviye boyalı küçük bir küp çıkardı. Küp içindeki suyu toprağa döktü. Sonra kuzeye doğru dansını sürdürerek devam etti. Kuzeye geldiğinde yere kapaklanıp nefesiyle toprağa üfledi. Batıya geldiğinde kuşağından içinde kırmızı toprak olan bir kese çıkararak yere bir çember çizdi. Son olarak güneye geldiğinde oturup yeri kazıdı. Sakaların lideri ona ince odunlar ve tutuşması kolay olan kurumuş otlar getirdi. Kuşağındaki son malzeme olan çakmak taşını kullanarak bu otları tutuşturdu.

Dört element ve dört yön. Su doğudaki denizleri, hava kuzeyde esen çok güçlü rüzgarları, kırmızı toprak batının madenlerini ve ateş güneydeki sıcak havayı temsil ediyordu. Yolculuk ayini bu dört elementin dört yöne yerleştirilmesiyle başlayıp gidilecek yönde sabit kalınarak devam ederdi. Bu ateşin başına toplanan ruhlara, hangi yolun korunması gerektiğini göstermek anlamına geliyordu. Şaman artık oturarak devam etmeliydi.

Omzuna astığı çalgısını indirdi ve yeniden davulcuları kontrol eden ritme başladı. Bir el hareketiyle ayinin gelişme kısmına gelindiğini işaret etti. Bu aşamadan sonra kontrol şamandan düşecekti, tam bir geçiş başlıyordu. Bu geçişi kolaylaştıracak olan flütü bekçiler çalacaktı. Çaydan içmeyen sadece onlar kalmıştı. Hepsi flütlerini çıkardı, yan yana koyulmuş iki borudan oluşan bu çalgı, nefesi büyülü bir ezgiye çeviriyordu. Davulcular yarı bu dünyada yarı öbür dünyada olacak kadar içmişlerdi. Amaçları şaman adaya giderken kıyıdan ona güç verecek ezgilere devam etmekti. Şaman yaratıcıyla görüşecekti.

Ve her inançta olduğu gibi onların yaratıcılarının da bir ismi vardı. Kaklüthe, tohum eken kişi anlamına geliyordu. Şaman, tohum eken kişiyle konuşup yapacakları yolculuğu sormalıydı.

Flütle birlikte şaman ateşe bakarken gözlerini kapattı. Son gördüğü şey, yanmaya yeni başlayan bir odunun ateşi büyütüşü oldu. Başı öne düştü ve yavaş yavaş yere çömeldi. Bağdaş kurarak oturdu. Uzamış tırnakları toprağın üzerinde sürünüyordu. Flütlere uygun olarak, sadece çok kısa bir aralıkta gidip gelen düşük frekanslı bir sarkacı andırıyordu. Kapalı gözlerinde son gördüğü görüntü sürekli uzaklaşıyordu. Ağır ağır geri çekiliyordu şamanın kendi bilinci. Atalarından miras kalan bir üst bilince kavuşuyordu. Bu üst bilincin aydınlattığı dünyaya geçiyordu. Tanrının dağının zirvesinde bir göl, gölün ortasında bir ada. Bütün kabile ancak gölün kıyısına kadar gelebilirdi, sonrası sadece şaman ve şamanın kanına sahip olanlar tarafından görülebiliyordu.

Şamanın göz kapakları ardında ateş uzaklaşmaya devam ediyordu. Topluluğu gölün etrafını sarmış ve onu gözetmekteydi. Ne büyük bir sorumluluk! İnsanlar hem sana bir şey olmasın diye seni gözetmekte hem de senden beklentilerinin yüksekliği karşısında çok çabuk kırılabilmekteydi. Bu yük şamanlar doğduğu andan itibaren omuzlarında oluyordu. Şamanın kayığındaki en ağır yük ne kendi bedeni ne de kocaman kalbiydi. Kırk üç kişilik bu kabilenin, her birinin beklentisi farklıydı ve her biri şamandan katlarca ağırdı. Bu yolu gidebilmesini sağlayan ise her birinin duası ve Tanrıyı kalplerinin bütün saflığıyla, lekesizliğiyle kabul etmesiydi. Eğer bu çemberdeki kişilerden biri bile Tanrıyı reddediyor olsaydı, şaman yarı yolda suyun dibini boylardı. Sonunda ateş daha fazla uzaklaşmadı ve şamanın bedeni bir çarpmaya uğramış gibi sertçe öne doğru eğildi. Adanın kıyısına gelmişti, bundan sonra kapıları sadece kendi kanı açabilirdi.

Kayığından indi ve kendi boyunun üç katı olan, asla kirletilemeyen beyaz bir kapının karşısında durdu. Başparmağını köpek dişleriyle ısırarak kesti ve kapıya, kendi kanıyla, tabanı yukarıda kalacak şekilde bir üçgen çizdi. Üçgen tamamlandıktan sonra beyaz kapıda bir saniyeden az varlık gösterebildi. Her gelişinde kanını akıtmalıydı şaman. Beyaz kapı yavaş bir şekilde iki kanadından içe doğru açılmaya başladı. Tanrının davetkarlığı bütün gölün yerini beyaza dönüştürdü, çemberdeki herkes açılan kapıdan gelen o kokuyu hissetti. Bekçiler ve davulcular ezgilerini Tanrıya duyurabilmek için daha güçlü üflemeye, vurmaya başladılar.

Sonra şaman bu kapıdan gelen güçlü ışık içinde kayboldu ve kapı kapandı. Sallanmayı ve hatta nefes almayı bile bırakmış, bir heykel gibi ateşin başında donmuştu. Tanrıyla tam olarak ne konuştuğunu kimse bilmeyecekti. Görseler bile anlamayacakları bir lisandı bu, ağız açılmadan konuşulurdu.

Ve şamanın arkaya doğru savruluşuyla ayinin sonu görünmeye başlamıştı. Topluluk yeniden o mükemmel kokuyu duydu ve şaman kayığına bindikten sonra kapı kapandı. Kapanan kapının rüzgarı şamanı kıyıya taşımaya yetmişti.

Şaman gözlerini açtığında ayin bitti. Çalgılar sustu. Herkes bir cevap bekliyordu. Şaman gözlerini yukarıya kaldırdı, bulutlara rağmen ayın yerini anlayabiliyordu.

Sonra halkına döndü ve “Güneye gitmiyoruz.” diye bağırdı. Ayağa kalktı, herkes şamanın sesiyle uyanmış ve tazelenmiş gibiydi. “En beyaz yıldızı ayın altında gördüğümüz zaman doğuya gideceğiz.”
O günden birkaç hafta sonra, ay yeniyken, görülebilen yıldızların en beyazı ayın altına geldi. Sabah bütün topluluk yola çıktı. Büyük ve donmuş bir nehri, alçak sıra dağları geçtiler. İnce buzlu göllerden ve devasa ormanlardan sonra birçok av hayvanının ve verimle toprakların olduğu bir ovaya yerleştiler. Kırk üç kişiden yirmi kişi hayatta kalabilmişti sadece. Yıllardır sakladıkları tohumları ekip biçtiler. Ve bütün insanlık, sadece yirmi kişiden yeniden oluşmaya başladı.

O gece, o toprağın üzerinde yapılan ayin güneşli günler geldiğinde dahi unutulmadı ve Şaman Lot’un büyük ayini olarak günümüze kadar uzandı.