Enseme
denk düşen boşlukta ısınan hava, ikimizin tamamen birleştiği tek yerdi.
Çimlerin az nemli ve soğuk oluşunu belimde hissedebiliyordum. Onun koynunda
böyle rahatlatıcı bir anı hayal ederdim hep, şimdi gerçekleşirken bütün çevremi
daha iyi algılayabiliyordum. Hem sarhoş hem uyarılmış bir haldeydim. Güneşin gözüme
batışını daha da rahatsız edici bularak elimi alnıma götürdüm.
Elimin
dışını okşamaya başladı. Parmaklarımın arasından, bileklerime kadar. En sonunda
bir yerde durdu. Başparmağın bileğe bağlandığı kısımdaki çukura parmağını
bastırdı. Elimi aldı, dudaklarına götürdü ve geri bıraktı. Sonra onun dilinde
“iyi ki” anlamına gelen bir iç çekme duydum.
“Az
önce bulduğum çukura babaannem şeytan boşluğu derdi. Kötü bir şey yapacak üzere
olduğumuz zaman şeytan buradan girer, kulağımıza kadar çıkarmış.”
Anlatmaya
devam etmesini istediğimi belirtecek şekilde gözlerimi kırptım.
“Sonra
bir gün, daha 9 yaşındayken, mutfak balkonundan bakmak istedim. Perdeyle
kapalıydı her yer ama havayı görmen lazım, nasıl bahar. Çocuk sesleri geliyor
dışarıdan. Bakmak istedim. Oyunlarını görmek istedim. Daha bir dakika bile
dolmadan terliği sırtımda yedim.”
İşte
yine o müthiş gülümsemesini yüzüne oturttu. Olmamasını istediği bir anıyı
anlattığında bazen böyle gülerdi. Çocukluğunda neşeli hikâyeler olmadığını
biliyordum. Hatta bir seferinde gerçekten mutlu bir hikâye istemiştim ondan.
Çocukluğuyla ilgili hatırlayacağım mutlu bir hikâye bekliyordum. Okula gittiği
birkaç haftalık o arada aklından kalan ne varsa anlattı. 10 dakika bile
sürmedi.
“İşte
o gün çekti beni karşısına. Bileğimi yakaladı. Tabii o zamanlar daha bu çukur
çok belli olmuyordu. Bulmak için sıkıca bastırdı. O acıyı hala hatırlarım.
Sanki o öyle bastırmasa benim hiç şeytan boşluğum olmayacaktı. Öyle bir acı.”
Sonra
durdu, bir daha dokundu şeytan boşluğuma. Bir daha öptü.
“İşte
sen de o boşluktan sızdın hayatıma. Babaannemin açtığı o boşluktan. Beni
uyaracak kimse yoktu, iyi ki de yoktu.”
Böyle
anlatınca kendimle gurur duyuyordum. Geçen sene ona okumayı daha iyi
öğrettikten sonra, bir yılda benden daha fazla kitap okumuştu. Fikirlerini
anlatmayı önceden de çok iyi becerirdi, artık onu tutamıyorum. Yazmaya bile
başladı. Bazen onun önüne otururdum, saçlarımı ona bırakır sadece dinlerdim.
Öyle karanlıktı ve öyle gergedandı ki o zamana kadar üzüldüğüm her şeyi
unuttururdu onun anlattıkları. Öfkelenmezdi, anlardı her şeyi. Tanrı kadar
affedicisin derdim böyle olunca, hatta tanrıdan da fazla olduğunu düşünürdüm
ama ona diyemezdim. Konu tanrı olunca biraz hassastı.
“Son
nesil bir simyacı gibisin sen. Beni işliyorsun, kendinle işliyorsun. Sen bir
yerden ufak bir çatlak başlatınca gerisi çok hızlı çözülüyor. Kendimden
kaybediyorum bazen, ama kaybettiklerimi yalnızca fazlalıklarmış gibi
hissettiriyorsun.”
Kırıldığını
daha yumuşak bir şekilde anlatamazdı. Gecenin kırılışı gibiydi cama benzemiyor,
daha yumuşak bir yol izliyordu. Bir parmağı hala şeytan boşluğumdaydı. Sanki o
da benim içime sızmaya çalışıyordu. Ensemdeki boşlukta ısınan havada yeterince
içime siniyor, sızıyordu zaten. Yıllar önce okuduğum bir yazıdan bir cümle
parlıyordu yalnızca içimde.
Gözlerine bakarken, “ah!” diyordum içimden, “tüm bunlar keşke benim
başıma gelseydi de, şimdi sen bana trampetli, borazanlı, neşeli çocuk hikâyeleri
anlatsaydın.”*
*
Sultandorduncuvites – İkimizin Dünyası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.