12 Kasım 2018 Pazartesi

İkinci kattan bodruma bir hikaye

Ben bu merdivenleri tepesinden tanıyorum,
Çok oldu birlikte inişimiz.
Bir de rengini bilmediğin beyaz bir koltuk tanıyorum,
Durmadan sayıklıyor geceleri.
Anlatıyor üstündeki herkese ikimizi,
Oturduğumuzu, kalktığımızı.
Artık yok olmuş bir manastırda yaşayan
Antikaya dönmüş tarih yazıcıları hatırlıyor sadece,
İkimizin arasında, beyaz koltukta,
Sıkışmış duran hisleri.
Yanımda uyandığın tarih
Daha sen doğmadan fısıldanmıştı kulağıma.
Bilirsin bizim adımız ezanla okunmaz doğduğumuzda.
Bundan tanınmayız ve korunmayız melekler tarafından.
Geldim, geldim ve inemedim bodruma.
Her nefeste aşina bir toz doldu ciğerime.
Koynundan tüten anneliği duydum yeniden.
Hiçbir sabah karına uyanmamış beni
Bir buzul ıssızlığında bulduğundan beri, üşüyorum,
Aynı sıcaklığa uyanamama korkusundan.

Getir topladığın pelin otlarını,
Şaraba duracak üzümleri, bir Salı günü..
Göğün beşinci katında, bir kapı önünde öğrendiğim
Su yerine kanla yapılan iksirle besleyeyim seni.
En kırmızı sudan içelim birlikte.
Sonra bir kitabın, bir kedinin sırtında,
Bir koltuk tepesinde veya bir tren kompartımanında
Çıplak toprağın üzerinde, etimize saplı dikenlerle
Şehrin en yüksek tepesinde, fazlalık alyuvarlarımızla
Bir cam kapı önünde, sönmüş ateşin külüyle
Sürünerek girip, koşarak çıktığımız evlerde
Parmaklıklarla kapatılmış pencereler ardında
Seninle boyanacak her evde,
En kırmızı sudan içelim birlikte.

Ölmeden, öldürmeden indiğim
Cehennemin ikinci katının anaforunda,
Bir bilge tanıdım.
Dünya dışında, yer dışında her yerdeydim diyordu.
Ya gökte ya yerin dibinde.
Cehennemin buzul çağını gördüm diyordu.
Senin beni bulduğun zamanlara denkmiş o günler.
Beyaz bir bardak kalan kahve izleri gibi,
Ateşle kavrulan cevherlerin bıraktığı gibi,
Adam başı bir çığlık bırakıyorduk havaya.
Sesi bile yutan bu ateş girdabı içinde
Bir biz canlı kalıyorduk.
Çocukluğumun görünmez su perileri çekip aldı beni.
Aynı nehir kenarı kokusunda anladım kıymetini.
Çünkü kuruyordu en dolu olanlar bile,
Kurumamak için seni yatırdım kaynağıma ve
Emanet kalemlerle yazılmış bir hikayeyi
Senin okuman için temize çektim.

Şimdi lekelenmiş ahşap üzerinde,
Kırmızı, siyah ve beyaz çizgilerin doldurduğu bu yerde,
Alnımı kimsenin sırtına koymadığım günler yaşıyorum.
Özlemin beni sürüklediği köşe başı taşlarında oturup
Şehri ilk soluyuşuna dokunuyorum.
Trenler geçiyor gözümün önünden.
Sonsuz uzunlukta trenler,
Hiç bitmeyen veda sarılmalarını doğuruyordu.
Ağır ve sancılı bir doğu öyküsünde
Tanık oluyordu bu doğuma her dinleyen.
Ben doğuyordum yeniden, yüzünü her görüşümde.
Hiç ölmeden, öldürmeden iniyordum cehenneme.
Yanında sessiz kalmanın bedelini çığlıklarla ödüyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.