12 Nisan 2019 Cuma

Ölü dil

Yıkılsın şehirler,
Kan dolu gözlerin asılsın panolara,
Bir isyanın fotoğrafı olarak.
Sana ölü bir dilden cümleler getiriyorum.
İçine çekilmiş bir salyangozu,
Bacakları kırılmış bir çekirgeyi,
Bir de Attila İlhan'dan iki romanı.
İçinde hissettiğin ölümlerle,
Yabancı bir şehirde yabancılaşırken
Kartaca'dan Endülüs'e uzanan tarihi düşün.
Mısır piramitlerini düşün.
Hep yerinde kalanları düşün.
Düşün ki, durmak yalnızca ölülere ve eşyalara mahsustur.
Toprak bile hareket eder,
Ve bil ki; bundan yıkılacak şehirler,
Kan dolmuş gözlerin, hareketsizken,
Asılacak sokaklara,
Karşılıklı balkonlardan gerilmiş iplerle.

Sana ölü bir dilden bahsediyorum.
Igni ferroque,
Bana bıraktığın yanık toprakların acısından
Uyuyamıyorum.
Zehirlediğin kuyulardan çekiyorum her sabah,
Bütün bir güne yetecek güvensizliği.
Yıkılacak şehirler,
Ölü bir dilden cümleler yazıldığında duvarlara.

11 Nisan 2019 Perşembe

Salyangoz

Bir salyangoz eziyorum kemiklerim parçalanıyor
Bu kadar anıyı hayatın neresine sığdırdım
Hesaplayamıyorum.
Her sabah bir salyangoz daha eziyorum.
Hesaplayamıyorum,
Günlerin nasıl iç içe geçtiğini,
Ayağım altında kabuğuyla bütünleşen bir salyangoz gibi.
Her şey bir salyangozu ezmemle başladı,
Zebercet rengi bulandı uykuma bir salyangoz düşü.
Mavi bir alev, sarı bir geceydi ve ben
Karıştırdım kabukla gövdeyi.
Kendime saygımı yitirdiğim günlerdi ve her şey
Böylece başladı.

Mahalle yanmış, sigaralarım kırılmış,
Etrafımda toplanmış çocuklar,
Onları avutacak hikayeler bilmiyorum.
Saçları buğday bir kız çocuğu ağlıyor en çok,
Saçları vatanı beslemeye yeter.
Güçsüzleşmiş, bitik düşmüş,
Bir salyangozu bile koruyamayacak kadar.
Böylece başladı salyangozun acısı.
Doğduğu yumurtanın kabuğunu yerken başladı.
Kendi sırtına saplanan kabuğu büyütürken,
Ve ömür boyu taşırken sırtında.
Ben,
Sırtında yük taşımaktan bihaber ben,
Üzerine basana kadar.

6 Nisan 2019 Cumartesi

Şeytan Boşluğu


Enseme denk düşen boşlukta ısınan hava, ikimizin tamamen birleştiği tek yerdi. Çimlerin az nemli ve soğuk oluşunu belimde hissedebiliyordum. Onun koynunda böyle rahatlatıcı bir anı hayal ederdim hep, şimdi gerçekleşirken bütün çevremi daha iyi algılayabiliyordum. Hem sarhoş hem uyarılmış bir haldeydim. Güneşin gözüme batışını daha da rahatsız edici bularak elimi alnıma götürdüm.
Elimin dışını okşamaya başladı. Parmaklarımın arasından, bileklerime kadar. En sonunda bir yerde durdu. Başparmağın bileğe bağlandığı kısımdaki çukura parmağını bastırdı. Elimi aldı, dudaklarına götürdü ve geri bıraktı. Sonra onun dilinde “iyi ki” anlamına gelen bir iç çekme duydum.
“Az önce bulduğum çukura babaannem şeytan boşluğu derdi. Kötü bir şey yapacak üzere olduğumuz zaman şeytan buradan girer, kulağımıza kadar çıkarmış.”
Anlatmaya devam etmesini istediğimi belirtecek şekilde gözlerimi kırptım.
“Sonra bir gün, daha 9 yaşındayken, mutfak balkonundan bakmak istedim. Perdeyle kapalıydı her yer ama havayı görmen lazım, nasıl bahar. Çocuk sesleri geliyor dışarıdan. Bakmak istedim. Oyunlarını görmek istedim. Daha bir dakika bile dolmadan terliği sırtımda yedim.”
İşte yine o müthiş gülümsemesini yüzüne oturttu. Olmamasını istediği bir anıyı anlattığında bazen böyle gülerdi. Çocukluğunda neşeli hikâyeler olmadığını biliyordum. Hatta bir seferinde gerçekten mutlu bir hikâye istemiştim ondan. Çocukluğuyla ilgili hatırlayacağım mutlu bir hikâye bekliyordum. Okula gittiği birkaç haftalık o arada aklından kalan ne varsa anlattı. 10 dakika bile sürmedi.
“İşte o gün çekti beni karşısına. Bileğimi yakaladı. Tabii o zamanlar daha bu çukur çok belli olmuyordu. Bulmak için sıkıca bastırdı. O acıyı hala hatırlarım. Sanki o öyle bastırmasa benim hiç şeytan boşluğum olmayacaktı. Öyle bir acı.”
Sonra durdu, bir daha dokundu şeytan boşluğuma. Bir daha öptü.
“İşte sen de o boşluktan sızdın hayatıma. Babaannemin açtığı o boşluktan. Beni uyaracak kimse yoktu, iyi ki de yoktu.”
Böyle anlatınca kendimle gurur duyuyordum. Geçen sene ona okumayı daha iyi öğrettikten sonra, bir yılda benden daha fazla kitap okumuştu. Fikirlerini anlatmayı önceden de çok iyi becerirdi, artık onu tutamıyorum. Yazmaya bile başladı. Bazen onun önüne otururdum, saçlarımı ona bırakır sadece dinlerdim. Öyle karanlıktı ve öyle gergedandı ki o zamana kadar üzüldüğüm her şeyi unuttururdu onun anlattıkları. Öfkelenmezdi, anlardı her şeyi. Tanrı kadar affedicisin derdim böyle olunca, hatta tanrıdan da fazla olduğunu düşünürdüm ama ona diyemezdim. Konu tanrı olunca biraz hassastı.
“Son nesil bir simyacı gibisin sen. Beni işliyorsun, kendinle işliyorsun. Sen bir yerden ufak bir çatlak başlatınca gerisi çok hızlı çözülüyor. Kendimden kaybediyorum bazen, ama kaybettiklerimi yalnızca fazlalıklarmış gibi hissettiriyorsun.”
Kırıldığını daha yumuşak bir şekilde anlatamazdı. Gecenin kırılışı gibiydi cama benzemiyor, daha yumuşak bir yol izliyordu. Bir parmağı hala şeytan boşluğumdaydı. Sanki o da benim içime sızmaya çalışıyordu. Ensemdeki boşlukta ısınan havada yeterince içime siniyor, sızıyordu zaten. Yıllar önce okuduğum bir yazıdan bir cümle parlıyordu yalnızca içimde.
Gözlerine bakarken, “ah!” diyordum içimden, “tüm bunlar keşke benim başıma gelseydi de, şimdi sen bana trampetli, borazanlı, neşeli çocuk hikâyeleri anlatsaydın.”*

* Sultandorduncuvites – İkimizin Dünyası.

21 Mart 2019 Perşembe

Karanlıkta

İlk Buluşma

Karanlıkta geldi,
Karanlıktan daha karanlıktı.
Hiçbir ışıltı taşımıyordu.
Ne gözlerinde, ne saçlarında.
Beyaz ışığın altında nasıl görüneceğini merak ettim.
Elleri içindeki karanlıktan uzak ve yumuşaktı.
Karanlıkta iki karanlıktık.
Bir ilk buluşma, ilk tanışmaydı bu.
Yan yana oturulan dolunaylı geceden ayrı,
Bir ilk geceydi bu.
Kıvrımlarını hatırlamıyorum,
Ellerini hatırlamıyorum,
Saçlarını hatırlamıyorum.
Yalnızca dokunuşunu.
Bir de içindeki karanlığın gücünü,
İçimde uyandırdığı gücü
Hatırlıyorum.

Yeniden Tanışma

Yalnızca sözlerin izi kaldığını düşünürdü.
Çünkü hiç
Düşerken bir halata tutunmaya çalışmamıştı.
Avuçlarında yanmanın değil,
Muhtaç olmanın izi kalacağını bilmiyordu.
Yıllardır geçmeyen ize bakıp bir gün,
Pişman olmayacağı bir geçmiş dilendi.
İnandığı ne varsa yeniden inanmayı dilendi.
Yeniden tanışmamız buna denk geldi.
Karanlık dolusu bir poşetle geldi,
Evleri kirleterek geldi.
Geçtiği her yere bir parça kendisinden bırakıyordu.
Özgür geldi,
Bileklerinde bağlarla gitti.
Uzak bir hayattayken şimdi,
Hala taşıyor benden kalan izleri.
Sözsüz izleri.

İçeriden Gelen

Daha kendini tanımaya fırsat bulamadan,
İçinden dışına doğru parçalandı.
Daha dışına taşmadan,
İçiyle yetinmek zorunda kaldı.
Zorundalıklar da iz bırakır,
Bunu da anlamadı.
Daha kendini tanımadan,
İçinden yabancı olduğu ne varsa taştı,
Kendi içine.
Karanlıkta bir gök gürültüsüydü
Ona son vedam.
Gözlerini açtıran o ışığın üzerine geldim.

Kapanış Konuşması

Ilımış şekerli süt kokusunda
Kapanan bir kapı,
Açılan bir kadının göğsü.
Gamzesinde yanlış anladığım şarkılar,
Yanlışlıkla girdiğim kavgalar.
Bir kolunda tutunduğum hayatı hatırlatır bana.
Karanlıkta gelse
Kapı kendiliğinden açılır.
Karanlığıyla gelse,
Boğazımda hissettiğim elin sahibi olarak gelse,
Kapım kendiliğinden açılsa,
Her şey kendiliğinden olsa bir bahar sabahına doğru.
Alışamadığımız kainat dursa,
Bize göre olsa.
Bize göre ayarlansa planlar.
Bizden yana olsa zaman,
İleri ya da geri ama bizden yana.

Ne yazık ki hepsi,
Bir sinema perdesinin arkasında
Karanlıkta,
Saklı kalacak.

7 Şubat 2019 Perşembe

Eşikte

Nefesinde buz kristalleri,
Ciğerlerimde kan, katran ve sütün.
Hava soğuk,
Nefesinde buz,
Yalnız beni üşütmüyor varlığın.

Lanetlenmiş isimler arasındayız,
Mesela benim alnımda bir Kabil lekesi,
Senin salıncak taşıyamayacak kadar güçsüz dalların.
Üstelik hava soğuk ve
Nefesin buzdan bir desen işliyor soluma.
Üstelik durmaktayım,
Bir yerin üzerinde bile değil. 
Durmaktayım,
Bir masanın vakurluğu üzerine düşünmesi gibi.
Üstelik ayaklarından çakılmış bahçeye.
Kimsenin olmayan bir bahçeye.

Çözülmeyecek lanetimiz de
Derime işlediğin buzlar gibi.
Çözülmeyecek,
Bir santurun iki yanında durmadan ikimiz.

Tekliğime, tekilliğime konan kuşun ayaklarında
Kıtalar aşacaksın sen.
Bir bahar gelecek ve
İki kıta arasında kalacaksın.
O baharda daha bir sevgili yanacak kutlama ateşleri.
Ve ısınmak için değil,
Yalnızca tanıdığın için yanaşacaksın o ateşlere.
Çok iyi tanıdığını sandığın ateşlere.

İki kıta arasında,
Sağ ve sol omzun arasında,
Araf sisiyle hapsediliyoruz lanetlenmişliğimize.
Eşikteliğine bir yenisini daha ekliyorsun.
1789'dan beri bağırıyorsun oysa,
Liberte, Egalite, Fraternite.

1 Şubat 2019 Cuma

Yakup'a Çağrı

Ne kurbağalar var geldiğim yerde,
Ne de bilinmeyenler.
Her şey açıkça ortada,
Bakarken öldüğüm ortada.

Ör saçlarımı,
Bir Moğol savaşçısı yarat benden.
Dokuz atımla koşayım Anadolu'yu.
Dokuz atımla gideyim her çağırana.
Ör saçlarımı,
Miğferime sığmıyorlar böyle.
Ör saçlarımı,
Bu savaşı kaybedeceğim yoksa,
Kaybedeceğim önümü görmediğimden,
Kaybedeceğim tam da çağrılmışken.

Gözlüklerinden yansıyorum hala,
Gece oluyor ve pişman oluyorum yalnızlığımla.
Keşke diyorum, Yakup'u çağırsaydım.
Gece oluyor ve saçlarım örgüsüz,
Kafamda binlerce radyo aynı anda çalıyor.
Gece iniyor cehennemlik rüyalarıma,
Bir örtü gibi iniyor.
Zeytin ağacından başka örtüm yok.
Zeytin ağacı eğilip gizliyor penceremi,
Zeytin ağacı eğilip izliyor yatağımı geceleri.
Sigaramda tuz tadı kalmış denizden beri,
Yüzünde devlet binası sarısıyla sen
Bıyıklarıma sinmişsin.

Yalnızca çöle doğanların tanıdığı rüzgarı
Şehrime taşıyorsun her mevsim başında.
Gözlüğüm bir teleskoba dayanmış,
Şarabın, kahvenin ve tütünün kokusuyla
Yakalanıyorum sana.

Bir arınma ve ayılma girişimi varlığın
Uyanıyorum sen yaşadıkça.

29 Ocak 2019 Salı

Tren

Birbirine temas eden iki metalin çıkardığı feryada benzeyen o tanıdık sesi duyunca uykusundan uyandı. Bir istasyona yaklaşıyor olmalıydılar. Gençliğinde bütün istasyonları hatta bütün sert dönüşleri ezbere bilirdi. Ağaçlar bile tanıdıktı o zamanlar. Şimdi o kadar değişmiş ki her şey, bunca yıl sonra başkente trenle yaklaşırken daha yabancı bir coğrafya çıkıyordu karşısına. Yol aynıydı, raylar aynıydı. Farklı olan kendisiydi. Artık unutmaya başladığı her şey onu değiştirmişti. İnsan hatırladıklarıyla tanımlayabiliyordu kendini. Daha da önemlisi böyle tanıyordu kendini.

Karısı bir sonraki istasyonda uyandırmasını istemişti. O hala onun bütün istasyonları hatırladığını düşünüyordu. 30 yıl öncesinin adamıydı onun gözünde. Genç, hareketli ve tilki gözlü. Oysa gözleri bile artık öyle cin fikirlerle parlayamıyordu. Ayna üreticileri formüllerini değiştirmediyse, gözleri matlaşmıştı. Yaşamı buzlu bir camın arkasından izlediği anları hatırladı, migren krizlerinin habercisi o anları.

Metallerin feryadı en üst seviyeye ulaştığında karısını uyandırdı. Bu başkentten önceki son istasyondu ve bundan sonra sabaha kadar tren durmayacaktı. Trene bindiklerinde yaşadıkları tartışma yüzünden ikisinin de başı ağrıyordu, karısının sigara içmesi gerekiyordu böyle durumlarda ve bu istasyon o kadar uzun bir molanın verildiği tek istasyondu. Kadın uyandıktan sonra adamı yeniden uykuya yolcu etti. 


***


Aynı feryatla yeniden bölündü uykusu. Gözlerini açmadan iki metal arasındaki bu sürtünmeyi kendince yorumladı. Yalnızca hız azaltmaydı bu, istasyona biraz daha vardı. Gözlerini açmadı ama sağ tarafındaki soğukluğu hissetti. Bir eksiklik vardı. Karısı karşıya geçmiş de uyumuş olabilirdi. Tuvalette olabilirdi. Daha bir sürü ihtimal vardı ama bunca yıllık karısını tanıyordu. Bunların hiçbiri gerçekçi değildi. Yine de gözlerini açmadı.

Başkente varacaklarını belirten anonstan sonra açtı gözlerini. Karısını göremedi. Koltuğunu elledi, soğuktu. Karşı koltuğu elledi, o da soğuktu. Ayaklandı tuvaletleri kontrol etti yoktu. Karısının çantası da yoktu. Telaşlanmıştı. Koltuğuna doğru yürürken tren durdu. Dengesini kaybedip yere kapaklandı. Her şey daha da kötü bir hale geliyordu. Diğer insanların da desteğiyle doğruldu. Karısını görüp görmediklerini sordu. Önceki istasyondan beri görmediklerini söylediler. Herkesin aklına farklı bir fikir geliyordu. Belki de yanlışlıkla başka bir vagona bindi ve sonra yeniden bu tarafa gelemedi. Ya da binmeyi unuttu, önceki istasyonda sonraki treni bekledi. Kondüktörü çağırdılar. Önceki istasyonu aradı.

28 Ocak 2019 Pazartesi

Ters

26/01/2019
Karanlıkta beni kollamıyorsun artık
Sanki odamda camdan bir ölü yaşatıyorum
Cama yansıyan seni özlüyorum.
Yıllar önce kanının bulaştığı çarşafın üzerinde
Yeniden özgürleşmeye çalışırken
Beni tutuyorsun boynumda ellerinle.
Aynı değilim, aynı değil.
Kum dolmuş tırnaklarıma,
Daha çok ölüm geçmiş üzerimizden,
Bir tek bizim ölmediğimiz ölümler geçmiş.
Geleceğimizi gördüm, bir kalp krizi arifesinde
Geleceğini gördüm, ölümden bir gün önce.

Oysa aşikardı,
Bu yanan ellerin, söndürülmüş gözlerin
Hiçbir şeyi feda etmeyeceği.
Hastalıklı sevgimi tanımayacağı.
Yüzümü görüyorum duraklarda,
Artık yansıma olmaktan çıkmış,
Cama yerleşmiş yüzümü.
Bir reklam panosuna yansıyorum, ikimiz gibi.
İkimiz kadar gerçeğim.
Ülkenin yerinden oynadığı günlerdi,
Kimse tanımıyordu ikimizi.
Bir reklam panosunda gerçekleşirken,
Bütün şehri el ele yürürken,
Kimse tanımıyordu ikimizi.
Bir kumardı hepsi,
Azınlıklığım ya bitecekti
Ya da azacaktı.
Kaybettim.
Yüzümü bir reklam panosuna kaybettim.

25/01/2019
Güneş doğsa bile kaçmayacaktı ay,
Bir kış sabahında ağrılarımı unutacaktım yanında.
Şimdi yağmuru beklemek ne acı.
Düştüğümde kimsenin kaldırmayışı ne acı.
Yalnızca karanlığa gizlenen iki bedenin,
Pencereden yansıyan fosforlu izine sığınabilirim.
O izde seni görüyorum,
Kollarından akan terin parıltısını görüyorum,
Tersten bir şiir yazıp da
Sonuçlarından sana sığınıyorum.
Karanlıkta herkes beni bulabiliyor,
Bozuluyor bu körebe oyunu.
Karanlıkta, karnında yatarken
Seni dinlerken karnından,
Gecenin rengine yeni bir isim vermeyi deniyoruz.
İki saç telinin arasındaki uzay boşluğunun rengi neyse o, diyorum.
Dolanıklık ilkesine ve
Belirsizlik anlatan bütün teorilere rağmen
Seviyordum seni.
Başından kopup yastığımda kalan saç telin ile
Hala yerine gömülü olan saç telin arasında
Fiziksel bir haberleşme olduğunu biliyorum.

Biliyorum hissediyorsun,
Korkarak uyandığım her geceyi.
Karnına hücum ediyor sıcaklığım.
Ve hissedince sen,
Parmak uçlarında bir annenin merhametiyle sen,
Saçımdan kalanları topluyorsun.
Ve yüzünü görüyorum yine karanlıkta,
Camda kalmış fosfor izini değil,
Gerçek yüzünü.

24/01/2019
Nehrin konuştuğunu da duyarız
Gölün sustuğunu da.
Adıma imzalanmış kitapları istiyorsun.
Bu kendi darağacımı sulamaya benziyor.
Sokak lambalarının sönmeyi beklediği saatlerdi,
Biz elimizde ne kaldıysa onlarla,
Yani ince bir çarşaf, iki boş sigara paketiyle
Mahrem yerlerimizi saklıyorduk pencereden.
Kimse inkar edemez, gördüm.
Sokak lambası sönmeden hemen önceydi,
Oradaydık.
Karanlığa gizlenmek için saniyeleri sayan
İki kişilik kalabalıktık.
Bütün kemiklerin tanıdıktı bana,
Eklemlerinde bunca acıyı taşırken
Bir hindu rahibesini andırırdı dansın.
Işıldayan kollarında yılan pulları taşırdın o günlerde,
İki gözünün arasında tanrının ışığını taşıyan yılanın pullarını.
Ve sen dudaklarında duran bu ışığı,
Kilometrelerce öteden sigaramın ucuna kondurdun.
Her şeyi kaybettim, ışığı bile.
Görüyor musun?
Tek yaptığım daha fazla uyuşmak,
Senin tanrının adıyla uyuşmak.
Görüyor musun?
Hayyam’ın dahi bir şansı daha vardı, yıldızlar.
Benim ışıksızlığımı görmüyor musun?
Gece göğünde beni yalnız bırakma.

Akansu

Kıl kadar ince akan suyun altında
Hiçbir günah temizlenemez.
Yalnızca bir bardak dolması için bile
Sonsuzluktan bir gün fazlası gerek.
Bir bardak bile yetecek arınmaya,
Bir bardak temizleyecek bütün günahları.
Yeter ki biriksin içimizde ne kaldıysa.
Bir bardak bile olsa,
Sonunda olacaksa,
Ömrü feda etmeye değer.
Yağmurdan kaçacak kadar değersiz değil yaşam,
Yağmur temizlemeyecek alnımızdaki izi,
Cezalandırılacak olanları belli eden izi.
Günahkârlığımızı temizleyecek suyu
Birlikte yanmak için içiyorum.
Bir çizgi daha,
Susatırsa bir çizgi daha.
Daha da günahkâr olmak için
Bir çizgi daha.
Ve kıl kadar ince akan suyun altında,
Hiçbir günah temizlenmeyecek.

Yüzünü tanımayacaksın,
Korkma.
Işıltılı bir ekrandan yansıtacaklar adını,
Tanımayacaksın, korkma.
Bir çizgi daha ve
Hepsi tanıdıklaşacak.
Gözlerinde biriken onca anıdan sonra,
Geceleri korkanları anlayacaksın.
Karanlık herkese güven vermez.
Ve o ışıklı hayallerin izi
Aydınlatırken tavanını,
Alnındaki çizgilerden tanıyacağım seni.
Bir de her tarafımı boyayan kanından,
Kutsal, temiz ve kıpkırmızı kanından.

1 Ocak 2019 Salı

Saklı

Ceplerimde bütün insanlığın çöpleri birikti,
Bu dünyanın acısını damarlarımda hissediyorum,
Kırmızı ve nefretle karışık.
Bin yıldır süren bu saltanatın çöplerini
Kanla birlikte kusuyoruz her yılın sonunda.

İsli ve tanıdık tatlar siniyor dişlerime,
O keçenin altındaki her nefesi hatırlıyorum.
Doğduğum bu çadırın içinde yanan
Bin yıllık afyon mangalının sıcaklığını da.

Dünyanın silinmiş sonundayım,
Yaşanmamış zamanları geçmişle dolduruyorum.
Bin yıldır yanan bu afyon mangalını,
Elinin tersiyle söndürürken o kadın,
Meraklısına bıraktığım bütün notlar da küle döndü.
Öyle saf bir nefretle yanmıştı ki ateş,
Dokunsanız yeterdi, yaralarını tanımaya.
Öyle kırmızıydı ki,
Dumanından şair olurdunuz.

Şimdi,
Yeni beyitlerin en eskisi kaldı yalnızca.
Ciğerimizdeki dumanın ne varsa,
Onda saklı.

26 Aralık 2018 Çarşamba

Kum tanesi

Anılarından kazak örüyorsun kendine,
Artık üzerinde toprak olan herkesi yaşatıyorsun.
Bir beyitsin en doğru tarihte söylenmişsin,
Boynunda taşıdığın yüce anneyi tanıyor gibisin.

Elinde ne varsa hayata karşı kullan,
Nefes almaktan ötesi var çünkü.
Mesela masada bir anfora,
İçinde şarabın en tatlı olduğu yıllar saklı.

Her şey hazırdı gelip yerleşmen için,
Yalnızca olması gereken beklenmekteydi.
Yalnızca
Açık yaradan sızan mürekkebe benzeyen bir gülüş,
Bir söz eksikti,
Kapıdan girsen tamamlanacak.

İki köprüyle bağlanan omuzlarının,
Sağı bakırdan, solu çelikten.
Her değdiğinde saçların omuzlarına,
Rüzgara acıklı bir melodi bırakmaktadır.
Binlerce yıldır çalınan, kısmen yasaklı
Çölü kalbinde taşıyan bir çalgıdır kadın.
Korkmayan herkesi bir battaniye gibi saran o kum fırtınası,
Dokunsan başlayacaktır.

17 Aralık 2018 Pazartesi

Kuyruklu Yıldız

Saatinin pilini değiştirmek için kolundan çıkardığında fark etmişti, artık eskisi kadar güçlü değildi. Son 15 yıldır kendince bir anma töreni gerçekleştirdiği tarih yaklaşıyordu. Bu güçsüz hisleri buna bağlamak istiyordu. Çok uzun zaman önce hayatından bir kuyruklu yıldız geçmişti ve o, bunun yeniden gerçekleşeceği umuduyla aynı tarihte hep yukarıyı izliyordu. Sanki bir mucize gerçekleşecek ve şehre yeniden ayak basacaktı o tanrıça. Bunu bazı seneler öyle güçlü hissediyordu ki, bir hafta öncesinden izin alıyordu iş yerinden. Kış başlangıcında göğe açılan pencereye yanaştırıp sandalyesini, yıldızları izliyordu. Bu bazı çok güçlü hissettiği senelerde tanrıya dua bile etmişti, ya o gelsin ya hava kapalı olsun diye. Oysa her sene o tarihte güney yönünde yıldızlar hep açıktaydı. Onun beklediği kuyruklu yıldız, o tanrıça hiç yoktu ama geri kalan her şey yerli yerinde ve gözler önündeydi. Çok eskiyi hatırlaması için orada duruyorlardı.

Yaşamaktan çoğunlukla keyif alıyordu. Onu yoran yalnızca bu bekleme seanslarıydı. Biliyordu ki o beklenti dolu geceden sonra, yani bu sene de hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabul ettiğinde biraz daha güçsüzleşecekti. Her günün her saatinin her dakikasının her saniyesi içi çürüyordu. Yavaş yavaş ama hissedilebilir bir çürümeydi bu. Kimseyle paylaşılamayan, kimsenin anlamak istemeyeceği bir engeldi bu ona. Beklemesi gerektiğini bilerek beklemek. Hayatının her alanına öyle güçlü kökler salarak yerleşmişti ki, içindeki bu çürümeyi kimse tahmin bile edemezdi. Bu güçsüzleşmeye kimse inanmazdı. Ama kendisi bile, artık uyumak istiyordu. Artık her şeyi unutup uyumak istiyordu.

Sesler vardı bu güçsüzlük ve çürüme içerisinde, havadan ağır bir gaz gibi zemine çöken sesler. Yeşil elmanın tadının kaldığı dudaklardan çıkan seslerdi bunlar. Çok ağırlardı. Çok şey söylüyorlardı ve durmadan ama durmadan zemini ağırlaştırıyorlardı. Oturduğu sandalyenin içerisine battığı zemini. Kırk yaşının ağırlığı da değildi bu, yeni bir özlem de değildi. Yaşanmamış hiçbir şey kalmamıştı ve bu bir hafifleme değil büyük bir yük getiriyordu. Hayatta geri kalan zamanı doldurma yükü. Bu yüzden sürüyordu bu beklenti, bu yıkıcı beklenti. Hatta dünya, belki de tanrı, bu beklentinin sürmesi için ona oyun oynuyordu. Haftalarca aralıksız yağmur yağsa bile, o gün geldiği hiç bulut olmuyordu. Beklediği tanrıça inmiyordu şehrine, kolunu boynuna dolayıp elini tutmuyordu onun. Hiç kuyruklu yıldız geçmiyordu penceresinden.

Bulutların arasında keskin çizgilerle kıvrılan bir nehri andırıyordu yıldırımlar. Sanki bir gelen olacaktı bu sefer. Bir saatini pilini değiştirmek bile bu kadar zorken, bu beklentiyi daha fazla sürdürmesinin ne anlamı vardı. Zihninde ve bedeninde hissettiği bu yaşlanmayı daha ne kadar reddedebilirdi bir beklenti adı altında. Unutmaya bile başlamıştı, beklediği şeyi. Nasıl bir şey olduğunu unutmaya başlamıştı. Ölen birinden kalan fotoğraflara bakmak gibiydi yaptığı şey. Aslında orada olmayanı görmeye çalışmak. Ruhu.

16 Aralık 2018 Pazar

Bir Pazar Günüydü

Aramızda saatli bir bomba gibi
Her saniye azalan cümleler duruyordu
Bir pazar günüydü.

Binlerce yıldır gökte, jupiteri kovalayan
Ölümsüz birini bulutlu bir ocak sabahı vurdular
Bir pazar günüydü.

Avucunda rüzgarlı bir park taşıyan kadın
Kanayan bir yaraya evrimleşti
Bir pazar günüydü.

Cenaze evlerinin bile tenhalaştığı vakitlerdi,
Üstsüz kadınlar ağladı yatakların uçlarında
Ve kimse sormadı neden, ne için diye
Bir pazar günüydü
Ve böylece geçip gitti.

İnancın öldüremedi içindeki şeytanı,
Her kötülükte omzunda dişlerini hissettin.
Teninden içeriye sızmış iblis dölü
En çok bu mevsimde çınlattı kulaklarını,
Harcanan pazar günlerinde.

Derini soydun, rahmini söktün yine de kurtulamadın.
Bir dövme gibi karnına işlendi laneti.
Karanlığa açılan yanınla arkadaş artık çocukları.
Onlara iyi bak.

Bir pazar günüydü,
Azalan cümlelerin yerini
Derin yaralar dolduruyordu.

11 Aralık 2018 Salı

Gordion Düğümü


- Yalan da kılıç kadar keskindir.

Balkona çıkmak için güneşi kolluyordum. Binanın köşesinde kaybolduğunu sanıp adım attığım anda ayağımın değdiği fayansın sıcaklığını hissettim. Bu sıcaklık tabanlarımdan bütün vücuduma yayılan bir ısı dalgasına dönüştü. Birkaç dakika, sıcaklığım zeminle dengelenene kadar kıpırdamadan bekledim. Sonra o eski demir sandalyeyi düz bir yere çekip oturdum. Şimdi solum ufka kadar maviye boyanmıştı. Yüzümün kızardığını hissediyordum. Zeytin gözlerini dakikalardır üzerimde tutuyordu, onun bakışlarında güçlü bir his vardı ve bu enerji beni yakıyordu. Ona baktığımda esmer teninin havadan daha sıcak olduğunu sezebiliyordum. İçimi temizleyen bir dalga gönderiyordu sanki. Bu dalgadan gülümsediğini hissedebiliyordum, ona bakmama gerek bile yoktu. Ama baktım.

Alnının sağından çenesine kadar inen doğum lekesinin ona kattığı mistikliği kimse reddedemezdi. Aklının Gordion Düğümü’nü yüzüne yansıtıyordu bu. Hiçbir zaman bilinemeyecek düşüncelerini saklıyordu. Beklediği Büyük İskender bu çağda gelmeyecekti. Belki en yüce kılıcın bile kesemeyeceği bir düğümü saklıyordu, bu çağda çözülemeyecek biriydi. Onu anlamak için bazı sırlara vakıf olmak gerekiyordu. Ama bazen düğüme dışarıdan, hatta çok dışarıdan bakmak bile anlamak için yetiyordu. O mistik kadının içinde yaşanılmamış bir çocukluk görüyordum.

Sigarası izmaritine kadar yanmıştı. O dalgın ama aynı zamanda bütünüyle odaklanmış bakışları benim üzerimdeydi. Ne zaman olduğunu anlamadığım bir anda konuşmaya başladı.

“Denize böyle bakışını bana babamı hatırlattı. Bazı insanlar denize öyle bir bakar ki, onlardaki kaybolma isteği herkese bulaşır. Babam da böyle biriydi. Nedenini sonradan öğrendim. Babaannem onu vaftiz ederken koyduğu isim yüzündenmiş. Su kenarları ve dağlar sizin kültürünüzde de kutsal, anlarsın o yüzden. Bir roman çocuğu doğduğunda akan suyla vaftiz edilir ve bu sırada yalnızca annesinin bileceği asıl ismi konur. Bu isim Azrail’in onu almaması için hep saklanır ve kimseye söylenmez. Babamın vaftiz adı Derav’mış. Yani Deniz. Bu yüzden ne zaman derin bir su birikintisi görse öylece bakarmış. Bu evi de tam senin oturduğun sandalyeden görünen manzara için almış. Parayı nereden buldu ne iş yapıyordu hiç bilmiyorum, kimse konuşmaz bunun hakkında. Nasıl olduğu önemli değil, şu an benim burada olmamı ve bir hayat kurmamı sağladığı için minnettarım. Başlarda çok zorlanmıştım, bütün çocuklar benden nefret ediyordu. Sınıfta ne kaybolsa beni suçluyorlardı. Sonra Deniz Öğretmen bizim sınıf öğretmenimiz oldu. Onun sayesinde hem benim çekingenliğim hem de diğer çocukların ön yargısı kırıldı. Sonra en yakın arkadaşım da Deniz diye bir kız oldu. Bahsetmiştim sana, lisedeyken ölmüştü. Hatırlarsın belki. O kızın hayatıma getirdiği aydınlanma en büyük olanıydı. Bana normal bir ailenin nasıl olduğunu gösterdi. O öldükten sonra ailesi beni kızları gibi gördü, şefkatin nasıl bir şey olduğunu öğrendim. Sonra birkaç Deniz daha oldu. Hiçbiri bu tesadüfü karartacak insanlar değillerdi. Sonra sen oldun, babamın sandalyesinde oturmaya ve benimle konuşmaya başladın. Bana bakmaya başladın. Benim nefret ettiğim yüzümü bana sevdirdin. Senin de adının Deniz olmasını isterdim.”

Deniz konusuna girdiği andan itibaren yüzümde anlamını bilmediği bir gülümseme vardı. Şimdilik Gordion Düğümü bendeydi. Konuşması bittikten sonra da çözülme sırası bana geldi ya da çözülmüş gibi yapma. En başından başladım.

“Doğduğum yeri anlatmıştım sana. İnsanlar denizi sadece bir efsane olarak bilir orada. Ve bu efsane öyle güzel anlatılırmış ki, annemi hep etkilermiş. Her gece hayalinde gök rengi ve çok büyük suları düşünerek uyurmuş. Babamı da ikna etmiş ve ben doğduğumda bana Deniz adını koymuşlar. Ama daha kimliğime işlenmeden ayrılmak zorunda kalmışız. Taşındığımız şehirde de deniz sadece anlatılanlardan ibaretmiş. Ayrılmamızı gerektiren olaylar yüzünden bütün ailenin adı ve soyadı değiştirilmiş. Haliyle benim adım da artık Deniz olmaktan çıkmış. Herkes birbirinin yeni adına alışırken arada unutulup gitti.”

Bu uydurma hikayeyi anlatırken gözlerindeki zeytinler olgunlaştı. Böyle bilmesinin kimseye zararı olmayacaktı. Üzerindeki bu büyülenmiş hali atmasını bekledim. Gözleri hala yaşlıydı. Yanındaki saksıdan bir avuç toprak aldı ve birkaç damla yaşını toprağa damlattı. Sonra içeriye gitti. Geldiğinde içerisinde az önce gözyaşıyla ıslattığı toprağın olduğu bir kavanoz bıraktı masaya. Ne yaptığını anlamıştım. O anki gülümsemesi, bu yalanı ölene kadar sürdürmem için yeterliydi. Boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.

“Geçen gece kurduğun bir cümle vardı. Bizim kimliğimiz yalnızca toprak olabilir demiştin. Bu saksıdaki toprak senin doğduğun yerden gelme. Bunu bilmiyordun di mi?”

Sonra ellerimi aldı ve kavanozun etrafına sardı.

“Bundan sonra senin kimliğin bu toprak. Sakın kaybetme.”

***

Gordion’da, bugünkü Ankara sınırları içerisinde, Frigya’nın ilk kralı Gordios’un attığı bir düğüm vardır. Gordios, şehre gelirken yanında getirdiği kağnıyı kızılcık dallarıyla bir tapınağa bağlar ve bu düğümü çözenin Asya’nın Hükümdarı olacağını söyler. Bu düğüm yüzyıllarca çözülemez, ta ki Büyük İskender gelene kadar. Ne yazık ki İskender de elleriyle ve zekasıyla düğümü çözemeyip kılıcıyla parçalar.


30 Kasım 2018 Cuma

Sigara içmek öldürür

Yağmurun pencere camından intikam almaya çalışmasını izliyordu. Odasının penceresinden izlenebilecek o kadar çok şey vardı ki, bulunduğu yerden hiç ayrılmamaya başlamıştı. Üç gündür masanın üzerinde duran kahverengi sigara paketi üzerindeki "Sigara içmek öldürür" yazısı gözüne o kadar çok takılıyordu ki, neredeyse sigarayı bırakacaktı. Arada bir eliyle yetişeceği konumdaki telefon çalardı, arada bir çalan telefonu arada bir cevaplardı.

O an, tam telefonu düşünürken yeniden çalmaya başladı. Bu hep oluyordu, bazen karıncalar gibi duyargaları olduğuna emin bile oluyordu. Duyargalarının nerede olduğunu düşünürken telefon sustu, tam da olsa olsa başının arkasında olacağına emin olmuştu. Gözleri yeniden kahverengi paket üzerindeki, beyaz fona siyahla yazılmış "Sigara içmek öldürür" yazısına takıldı. Sahiden de sigara içtiği ölmüş birkaç kişiyi tanıyordu. Yani eskiden tanıyordu, artık ölmüş kimseyi tanıyor sayılmayız. Bu cümle kafasında şekillendiği anda durgunluğunu anlamlandırdı.

Sessiz ama keskin, kızgın ama üzgün değil, ani ama gerçekten ani bir şekilde oynattı ağzını.

"Keşke ölseydi."

Ne zaman ölüm hakkında düşünse, ölmüş olmasını dilediği biri geliyordu aklına. Çünkü şimdiye kadar bildiği bütün ölülerle ilgili anıları da ölmüştü. Ölmüş değil de artık hayatında olmayan birinin hatıraları vardı onda, her seferinde yeniden doğan hatıralar. Bütün bildikleri anahtar kelimelerle bağlıydı birbirlerine ve her kelimeyi işgal etmişti ölmüş olmasını istediği kişi. Her şey dönüp dolaşıp şarkı sözlerine çıkıyordu, her şeyin vardığı yer hep o cümlelerdi. Bu işgalden kurtulmak için sayfalarca yazmıştı şarkı sözlerini. Yazmayı yeni öğrenen biri gibi, hep aynı sözlerle dolmuştu sayfalar. Bir de başının tam üzerinde bir şiir yazıyordu, her gece uyumak için kendini kandırdığı bir şiir. Uzandığı anda başka bir cümleyi düşünmemesini sağlayan bir şiir. Sert ve sitemkar bir havası var başının üzerine kazılı olan şiirin. Onu oraya hayatının en histerik haftasında bir tırnak makasıyla kazımıştı. Duvarla bakışmak veya duvarla savaşmaktan yorulduğu günlerdi, artık ilerleme için yalvarıyordu. Verdiği emek, harcadığı enerji harekete dönüşsün istiyordu. Savaşılan duvarların heybeti cesaretinin altı boş olanlara kendi boyları kadar görünür, daha fazlasını göremezler ve kendi boylarında kalmak onlar için yeterlidir. O ise kendini cesaretli bile görmüyordu. Kaçtığı bunca şeyden sonra, kendine cesaretli diyemezdi. Korkak dostumuz yine de hep boyundan fazlası için emek harcamıştı. Hatıralarını silemediği için ölmüş olmasını diliyordu, hatıralarını silmekten korktuğu için ölmüş olmasını diliyordu.

Yine de korkak dostumuz hayatına devam ediyordu. Farklı amaçlar koyuyordu önüne ve onlar için daha da güçlü itiyordu ne varsa önünde. Nereye varacağını bilmiyordu ama vardığında ne yapacağını biliyordu, daha da ileriye gidecekti. Telefon çaldı ve onu "Sigara içmek öldürür" yazısından uzaklaştırdı. Bu sefer yetişecek ve açacaktı. Hep aynı ritmde devam eden sesi susturmak için telefonu açtı. Karşısında yine hep aynı ritmde devam eden biri konuşuyordu. Telefonu açmamış gibi hissetti. İlgilenmediğini söyledi ve teşekkür ederek kapattı. Sonra yağmurun ıslattığı camı araladı, derin bir nefes çekti. Tekrar kapattı. Başında düşünmesini engelleyen şiir olan yatağa gitti.

Yorganın kendine ayrılan kısmını kaldırıp altına girdi. Yastığı buz kesmişti, yarısı başka birinin saçı tarafından işgal edilmişti. Elini başka birinin beline attı, dudaklarını başka birinin kulağına yaklaştırdı ve oynattı onları.

"Keşke ölseydin."

27 Kasım 2018 Salı

Oldurucu

Gittiğinde hava çok sıcaktı.
Eve dönüp çarşafta bıraktığın ıslaklığı hissettim
Birbirine karışan birkaç sıvı
Senin derinde işlenmiş birkaç sıvı.
Gittiğinde hava çok sıcaktı, hatırlıyorum.
Fantastik bir film izlemiştik o gece.
Karnında yatarken düşündüklerimin ağırlığıyla,
Sana anı en iyi anlatacak kitabı okuyordum.
Minik bir rüzgarın perdeyi aralayıp
Çıplak kollarını yalamasını hayal etmiştim,
Bundan yüzüme işledi kokun
Çıkmıyor hala.

Öyle oldurucu gülüyordun ki
Bütün umutlar tazeleniyordu.
Öyle oldurucuydu ki,
O çok sıcak havada gittiğinde bile
Uyumadan önce hep "bana" güldüğünü
O aynada bir yansıma bıraktığını ve
Bir gün geri geleceğini düşündüm.
Hepsi, her şey
Bir gün o aynayı toz edene kadar sürdü.
Parmaklarım parçalanana kadar vardın
Bir kalıntı olmanı kabullenemiyordum.
Parmaklarım parçalanana kadar,
Duvar ısınana kadar,
Gülüşünün olduruculuğuna tutundum.
Aylar sonra içimde ne varsa aktı
Sana benzeyen boşluklara.

İncelip kopuyordu omuzlarımda ne kaldıysa,
Her adımda büyük bir yük düşürüyordum.
Her adımda bir kıyamet koparıyordum.
Her kıyamette daha bir olmuyordu olacak olan ne varsa.
Yokluğuna sövmek için bir sigara daha yakıyordum,
Ölmek için bir sigara daha.
Bir sigara daha, şimdi yakıyorum.
Özlediğim bütün yükler için.

08.03.2018

15 Kasım 2018 Perşembe

Bir güz çağırma töreni

Siyah boynuzlarıyla bir keçi yatıyor eşiğimde,
Bu uğursuz düzenin kapı kolu oluyor.
Güz uçuşan yaprakları sarıyor üzerime,
Bir arabanın en arkasında
Korunaklı ama kuşkulu
Yolunda ama yalpalayan
Bir mevsimden emanet alıyor ruhumu.
Yaz bitiyor,
Sürünüyoruz Eylül'den Kasım'a kadar.

Yersiz bir üşüme tutuyor bahçenin etrafını,
Yalnız uyunan yatakların iklimine geldiğimi anlıyorum.
Üç nota basıyor uzun, ince ve beyaz parmaklar.
Üç notada sonbaharı çağırıyor dünyaya.
Hava öyle hızlı soğuyor ki,
Kış diriliyor sanırsınız görseniz.
Hava öyle hızlı soğuyor ki,
Kollarımda jilet çizikleri oluşuyor.
Görseniz yeniden doğan ruhumu,
Görseniz bahçede üşüyen çıplak ruhumu,
Ne kadar da savunmasız görünüyor.

Bir elini gömleğinin yenine saklamış,
Uykuya benzer gülüşler saçan kadın,
Bu rüya sana göre değil.
Bu rüyada trenler hep en ıssız yerde duruyor.
Yıllardır sabit duran kemiklerim
Bir kalp sakladığını anımsıyor.
Eskimiş bir Kıbrıs anforasından şarap içer gibi
Mevsimi bütün geçmişiyle anıyorum.
Meşe fıçıda demlenmiş anılarımı çekip çıkarıyorum.
Bu mevsimde ihtiyaç duyuyorum trenlere en çok.
Hiç gelmesin istiyorum tanıdık evler,
Bu mevsimde gitmek istiyorum en soğuğuna,
En yabancısına.
Lamelifin kollarını çekip doluyorum boynuma,
Bir atkıdan hallice oluyor üzerime.

Bu mevsimi çağırıyorum yeniden tutarak o eli,
Hiç gelmediği bahçeye çağırıyorum elin sahibi.
Hiç tatmadığı bir acıyla besliyorum onun içini,
Hiç özlemediği bir adamdan alıntılarla geçiyor ömrü.
Biliyorum,
Bir harfin kolları daha sık dolandı çünkü bana.

12 Kasım 2018 Pazartesi

İkinci kattan bodruma bir hikaye

Ben bu merdivenleri tepesinden tanıyorum,
Çok oldu birlikte inişimiz.
Bir de rengini bilmediğin beyaz bir koltuk tanıyorum,
Durmadan sayıklıyor geceleri.
Anlatıyor üstündeki herkese ikimizi,
Oturduğumuzu, kalktığımızı.
Artık yok olmuş bir manastırda yaşayan
Antikaya dönmüş tarih yazıcıları hatırlıyor sadece,
İkimizin arasında, beyaz koltukta,
Sıkışmış duran hisleri.
Yanımda uyandığın tarih
Daha sen doğmadan fısıldanmıştı kulağıma.
Bilirsin bizim adımız ezanla okunmaz doğduğumuzda.
Bundan tanınmayız ve korunmayız melekler tarafından.
Geldim, geldim ve inemedim bodruma.
Her nefeste aşina bir toz doldu ciğerime.
Koynundan tüten anneliği duydum yeniden.
Hiçbir sabah karına uyanmamış beni
Bir buzul ıssızlığında bulduğundan beri, üşüyorum,
Aynı sıcaklığa uyanamama korkusundan.

Getir topladığın pelin otlarını,
Şaraba duracak üzümleri, bir Salı günü..
Göğün beşinci katında, bir kapı önünde öğrendiğim
Su yerine kanla yapılan iksirle besleyeyim seni.
En kırmızı sudan içelim birlikte.
Sonra bir kitabın, bir kedinin sırtında,
Bir koltuk tepesinde veya bir tren kompartımanında
Çıplak toprağın üzerinde, etimize saplı dikenlerle
Şehrin en yüksek tepesinde, fazlalık alyuvarlarımızla
Bir cam kapı önünde, sönmüş ateşin külüyle
Sürünerek girip, koşarak çıktığımız evlerde
Parmaklıklarla kapatılmış pencereler ardında
Seninle boyanacak her evde,
En kırmızı sudan içelim birlikte.

Ölmeden, öldürmeden indiğim
Cehennemin ikinci katının anaforunda,
Bir bilge tanıdım.
Dünya dışında, yer dışında her yerdeydim diyordu.
Ya gökte ya yerin dibinde.
Cehennemin buzul çağını gördüm diyordu.
Senin beni bulduğun zamanlara denkmiş o günler.
Beyaz bir bardak kalan kahve izleri gibi,
Ateşle kavrulan cevherlerin bıraktığı gibi,
Adam başı bir çığlık bırakıyorduk havaya.
Sesi bile yutan bu ateş girdabı içinde
Bir biz canlı kalıyorduk.
Çocukluğumun görünmez su perileri çekip aldı beni.
Aynı nehir kenarı kokusunda anladım kıymetini.
Çünkü kuruyordu en dolu olanlar bile,
Kurumamak için seni yatırdım kaynağıma ve
Emanet kalemlerle yazılmış bir hikayeyi
Senin okuman için temize çektim.

Şimdi lekelenmiş ahşap üzerinde,
Kırmızı, siyah ve beyaz çizgilerin doldurduğu bu yerde,
Alnımı kimsenin sırtına koymadığım günler yaşıyorum.
Özlemin beni sürüklediği köşe başı taşlarında oturup
Şehri ilk soluyuşuna dokunuyorum.
Trenler geçiyor gözümün önünden.
Sonsuz uzunlukta trenler,
Hiç bitmeyen veda sarılmalarını doğuruyordu.
Ağır ve sancılı bir doğu öyküsünde
Tanık oluyordu bu doğuma her dinleyen.
Ben doğuyordum yeniden, yüzünü her görüşümde.
Hiç ölmeden, öldürmeden iniyordum cehenneme.
Yanında sessiz kalmanın bedelini çığlıklarla ödüyordum.

11 Kasım 2018 Pazar

O günler görülmüş bir rüya

Elleri uzadı yüzüme doğru,
Süt kokulu teni geçti tenimin üzerinden.
Rahminden yaptığı kupa içerisinde sundu
Mezar üzerinde biten otlarla demlediği çayı.
Meleğin iksiridir bu dedi,
Düşmüşün, düşürülmüşün dünyayı tanıyışının armağanıdır.

O günlerde ben,
Terminalin en ıssız yerine devrilmiştim.
O hep gelmişti sigaramı yakmaya,
Ve ikimiz, öksüz bir banka ana baba olmuştuk.
O günlerde gelenekti,
Herkes devrilerek ilerlerdi,
Tanrıdan saklanabilmek için.
Sabah beş çingeneleri tanırdı bizi,
Dokunmazlardı hiç.
Sonra çalışanlar gelip geçerdi yola uzanan paçalarımızdan.
Özlediğimiz kokuları taşıyan şehirlerden otobüsler gelirdi.
Sonrası sadece gidişti, her gelen giderdi ve
Banklar hep öksüz kalırdı.

Günü geldi ve kralların ölüşünü kutladık.
Tanrının hep yaşayacağı biliniyordu ama kralları ölürdü.
Yıllardır görmediğimiz vaadedilene kavuşmak için uyandık.
Yollar aynıydı ama
Yeri değişmişti alnındaki İsrail Vadisi'nin.
Ya da nereyi öpeceğimizi unutmuştuk kapıları açmak için.
O hızlı kaçışın ayak izleri hala duruyordu,
Isınmıyordu elleri, dokunduğunda etim donuyordu.
Onu taşıyamıyordum o tanıdık vadiye,
Ölüşünü izliyordum.

Ve yıllar sonra aynı rüyayı tekrar yaşarken,
Bıyıklarımda denizin tuzuyla uğurladım kendimi.

20 Ekim 2018 Cumartesi

Klasik bir veda öncesi sessizliği

Şehrin en ıssız yerinde susmakta iki kişi.
Eşlikçisi martıların renginde bir demir yığını üzerinde.
Şehrin ağırlık merkezinde yüzen bir iskelede
Hamurlaşmış havada sallanıp duruyor sessizlik.
Kanatlarında bin kilometrenin tozunu taşıyan martılar duyuluyor sadece,
Pervanesinin kanatları suyu dövmeyi bırakmış bir vapur var aralarında.
Bin yıldır unutulmuş bir rüzgarı bekliyorlar,
Bin yıldır unutulmuş bir rüzgar kıyıya çekiyor onları.

Ve nihayet vedaların son durağına, bir tren garına varıyorlar.
Bir usta görse garın saatini, şüphesiz bela çiçeğine benzetir.
Bir usta görse bu vedayı, bizi öpmeden mi gideceksin Lili der.
Kıyıya vuruşlarından da öncedir bu vedanın başlangıcı,
Kadının sokağın başında ilk belirişidir.
Kimsenin yaşamadığı bu şehirde,
Tek şahitleri bir otobüs şoförüdür.

Yalnız dolacaktır artık kadehler balkonlarda,
Harlanan bir sigara gibi ışıldayacaklar ayrı ayrı.
Kadın her gece, blues melodileri sağacak memelerinden,
Zarifçe kesecek bin adamın boynunu.
Güneş doğana kadar sürecek vereceği savaşlar.

Uzakta, çok uzakta kalacak adamın adı.
Bir gün döner diye beklediği herkesten bir parça,
Şehirlere bıraktığı tohumlardan bir parça,
İki dudağının arasında sönmeyen sigaradan bir parça
Ve dökülen saçlarından binlercesiyle yalnız kalacak adam.
Artık şehrin büyümeyen çocuğu olmayacak,
Çünkü büyüdüler, bir veda öncesi sessizliğinde.